Makale

Osmanlı'nın Kâbe'ye taktığı nişan: Revaklar

Osmanlı’nın Kâbe’ye taktığı nişan: Revaklar

Mümin Şener
İzmir İl Vaizi

Osmanlı tarihi, İslam toplumlarının ortak tarihidir. Bu yüzden Osmanlı’nın yaptıklarına dair şu hakkı teslim etmek gerekir: Osmanlı, hiçbir ırkçı ve ulusçu kaygı gözetmeksizin Harameyn’i (Mekke-Medine) Balkanlar’dan Hindistan’a, Kafkasya’dan Afrika’ya kadar İslam coğrafyasının tamamından önde ve üstün tutmuştur. Her yıl bu iki kutsal şehre “surre alayları” düzenleyerek hem mücavir olanlara atiyye hem de Harameyn’in hizmetinde kullanılmak üzere sandıklar dolusu altın/gümüş gönderilmiştir. (Münir Atalar, Osmanlı Devletinde Surre-i Hümayun ve Surre Alayları, Sevinç Matbaası, Ankara 1991. Hulusi Yavuz, DİA, “Hadimü’l-Harameyn”, C. 15, s 26-27; Şit Tufan Buzpınar, DİA, “Surre”, C. 37, s.567-69.)
Harameyn ve civarını imar sürecinde konaklar, imaretler, medreseler, kütüphaneler, bugün bile tüm haşmetiyle yerli halka hizmet veren çarşılar, su kemerleri, hamamlar, köprüler ve yollar; son devirde Hicaz demiryolu inşa edilmiştir. (Yılmaz Can, İslamın Kutsal Mabetleri, Sidre Yayınları, Samsun 1999, s.61.) Yol güvenliği için karakollar, ribatlar ve yol güzergâhında kullanılmak üzere kervansaraylar, mescitler yapılmıştır. (İbrahim Rifat Paşa, Mir’atü’l-Harameyn Bir Generalin Hac Notları, Çev.: Lutfullah Yavuz, İzmir 2010, s. 326-329; Evliya Çelebi Seyahatnamesi Hac Kitabı, Asiye Yılmaz Yıldırım ve Diğ., İstanbul 2010, s. 622.) Bu imar faaliyetleri Osmanlının son dönemine kadar zaman zaman iç karışıklıklar nedeniyle kesintiye uğramış olsa da şevkle devam ettirilmiş, Mekke ve Medine ümmetin iki güzide şehri olarak hep el üstünde tutulmuştur. İdari açıdan Osmanlılar tarafından yönetimin ele alındığı 1517 yılından sonra tüm Osmanlı padişahlarının kullandığı en şerefli paye “hadimü’l-harameyn” olmaktır. Bölgeye yönelik yapılan maddi manevi tüm harcamaların altında işte bu duygu; “hâkim” değil “hadim” olmanın şeref sayılması vardır. (“Hadimü’l-Haremeyen”, DİA; İbrahim Rifat Paşa, age., s. 202.)
Yağmur sularından, sellerden, aşırı sıcak ve çöl rüzgârlarından eskiyip yıpranan Kâbe, Mescid-i Nebevî ve çevresindeki diğer mekânlar zaman zaman onarım geçirmiştir. Osmanlılar döneminde de benzer nedenlerden dolayı Harameyn ve müştemilatı büyük bir özenle gerçekleştirilen bakım ve onarım hizmetleriyle yenilenmiştir. Ömrünün son günlerinde Harameyn için bakım kararı veren Kanuni’nin ömrü vefa etmeyince bu karar sonra gelenler tarafından titizlikle yerine getirilmiştir. O günlerde “esenlik yurdu”na aşkla söylenen ilahiler eşliğinde gönderilen “altın kandiller” bugün hâlâ o mübarek beldelerdeki onurlu ışıtma vazifesini sürdürmektedir. (İbrahim Rifat Paşa, age., s. 377.)
Sultan Süleyman’dan sonra tahta çıkan II. Selim ve ondan sonra yönetimi ele alan III. Murat, Kâbe’nin ve çevresinin bakım ve onarımını saltanat geleneklerine uygun bir şekilde devam ettirmişlerdir. Kâbe ve çevresinde yapılan bakım ve onarım çalışmaları arasında en kayda değer olanı I. Ahmet zamanında yapılanıdır. (Ebu’l-Velid el-Ezrâkî, Kabe ve Mekke Tarihi, Çev.: Yunus Vehbi Yavuz, Feyiz Yayınları, İstanbul 1974, s. 202.) Altınoluk’un altınlaşma hikâyesi o günlerde başlar. Önceleri ahşap olan oluk, Sultan Süleyman zamanında hem tamir hem de tazim maksadıyla gümüşe tebdil edilmiştir. Sultan I. Ahmet zamanında altınla kaplanmış ve takip eden süreçte Sultan Abdülmecit zamanında bütünüyle altından yapılmıştır. (İbrahim Rifat Paşa, age., s. 219.)
Daha sonraları sırasıyla II. Ahmet, II. Mustafa, I. Mahmut, II. Mustafa ve II. Abdülhamit tahta çıkmalarını müteakip bazen tamir bazen tezyin maksatlı çalışmalarıyla Babıâli’nin Harameyn ile olan bağlarını devam ettirmişlerdir. (İbrahim Rifat Paşa, age., s. 326-329. İbrahim Rifat Paşa adı geçen eserinde, Medine’de 8 tekke, 221 sebil, 1 hastane, 108 ribat, 1 kale, 1 kışla, hükümet konağı, 2 hamam (Bu hamamlardan bir tanesi Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır), 10 karakol, 4 büyük çarşı ve içinde 21.500 kitap bulunan 17 kütüphane olduğunu zikretmektedir.)
Yine Osmanlı padişahlarından II. Mahmut, Abdülmecit ve Abdülaziz’in Kâbe’nin örtüsü, Makam-ı İbrahim, hatim duvarı, minarelerin inşası, bakım ve onarımı gibi çalışmalarla vazifeyi kaldığı yerden devam ettirdikleri görülmektedir. (İbrahim Rifat Paşa, age., s. 209-211.)
Revakların planlanması ve ilk inşa
Kâbe’nin etrafının revaklarla çevrelenmesi fikri, ilk olarak Kanuni döneminde ortaya çıkmış ve proje Mimar Sinan tarafından hazırlanmıştır. Ama şu bilinmelidir ki projenin gerçekleştirilmesi daha sonraki dönemlere; Kanuni’nin oğlu II. Selim zamanına rastlar. (Yılmaz Can, a.g.e., s. 60; İbrahim Rifat Paşa, age., s. 181.)
Esasen revakların inşası, Kâbe ve etrafının düzenlenerek genişletilmesine yönelik geliştirilen en elverişli plandır. (İbrahim Rifat Paşa, age., s., 164.) Bu fikrin uygunluğu, çölün kendine has iklim şartları düşünüldüğünde daha iyi anlaşılacaktır. Hem ibadet ederken hem dinlenirken; hem gece hem gündüz o mekânlarda olanlar için günün şartlarına göre yapılabilecek olanın en iyisidir. Bugün bile mütevazı duruşu, geçmişe uzanan sadeliği, asaleti ve zarafetiyle gözde bir ibadet ve istirahat alanı olarak hacıların nezdindeki kıymetini korumaktadır.
Revaklar bize neler söyler?
Revaklar Kâbe’nin duvağı gibidir. Oldukları yere hiçbir çıkar gözetilmeksizin, pür muhabbet ve sadakat hisleriyle yerleştirilmiştir. Revakları tarihî eser gibi görüp orada yaşananları, yapılmak istenenleri “tarihî eserlere saygı/saygısızlık” bağlamında görmeye, anlamaya, yorumlamaya çalışmak geleceğe tek gözü yumuk bakmaktır. Revaklar tarihî eser değil; bizzat Kâbe tarihinin bir parçasıdır. Mütevazı duruşuyla, yüzlerce yıldır “Allah Evi”nin bekçisidir, kapıcısıdır. Revaklar sadece sütun-kemer ve kubbelerden oluşan klasik bir eser değil; o mübarek mekânları ziyaret eden bütün “Rahman’ın misafirlerinin” en içten hatıralarının şahididir. Allah aşkı ve korkusuyla; Rasulüllah muhabbeti ve özlemiyle dökülen gözyaşlarının perdesi, muhacir bedenlerin sığınağıdır. Revaklara dair her düşünce, her ırktan ve iklimden milyonlarca Müslümanı, en kalbi hatırası olması hasebiyle alakadar edecektir.
Bu itibarla; revaklar, bu haliyle sadece revak değil; beş yüz senedir onu önüne alarak secdeye kapanan, sırtını dayayarak Kâbe’ye dönüp dualar eden, yalvarıp gözyaşları döken milyonlarca Müslümanın hafızasıdır. Revaklar, Kâbe aşkıyla yanıp tutuşan Müslüman yüreğinin Kâbe’nin boynuna sevgiyle taktığı gerdanlıktır. O, sadece bir tarihî taş işçiliği olarak görülemez. O, seven, inanan, fedakâr ve âşık gönüllerin hiçbir hatırasına halel getirmeden Mekke’yi sevgiyle kucaklayışının resmidir.
İncelik düşkünü bir bakış, hayret dolu bir nazar, revaklara aşağıdan yukarıya doğru dikkat kesildiğinde her sütununda bir gizem, her kemerinde bir hatıra ve her köşesinde bir incelik fark edecektir. Zira bu yapıda her bir ayrıntı bir maksada bina edilmiştir. Rasulüllah’ın hatıraları, oturup kalktığı yerler, yaşadığı sıkıntı ve saadetler; sahabenin evleri, hatıraları ve diğer kıymetli iz ve eserler bir hikmete konu edilmiş ve işaretlerle canlı tutulmuştur. Fakat sonraki yıllarda meydana gelen haricî müdahaleler bunun gibi birçok sırrı bir daha telafi edilemeyecek şekilde ortadan kaldırmıştır.
Bir tavaf sonrası dua ve tespihiniz bitip ağzınızdaki zemzemin ıslaklığı kurumadan, revakları örten kemer ve küçük kubbelerin iç yüzeylerine baktığınızda sadece badana izlerini göreceksiniz. Oysa bir zamanlar o küçük kubbelerin içi hat, tezhip gibi geleneksel el sanatlarımızın en nadide eserleri ile süslüydü. (Yılmaz Can, a.g.e., s. 60.) Bulundukları yerin mana ve önemine göre ayet ve hadislerle bezenmişti. Sütun ve sütunçelerin her biri ayrı bir hatıra sunmaktadır. Sütun başları ve kaideler de aynı şekilde geldiği mekân, geliş şekli ve yıllarını verdiği o yerde üzerine sinen tarihin en mühim görgü tanığı, en büyük haberlerin şahididir. (İbrahim Rifat Paşa, age., s. 164-166. Paşa, aynı eserinde Kâbe’yi çepeçevre kuşatan bu revakları oluşturan 301’i mermerden, 244 adet şümeysi taşından yapılmış toplam 545 sütundan ve bunların üzerini kapatan hilal başlıklı ikişerli üçerli ve geniş kesimlerde dörderli sıralı kubbelerden söz eder. Bkz.: s. 164-166.)
Silinip giden hatıralar…
Dersaadetin her türlü zenginliği Mekke ve Medine’ye yansıtılmıştır. Birçok dinî, askerî yapılar, medreseler, kütüphaneler, mescitler (Kuba mescidinin işlemeli ve tuğra alınlıklı mermer taç kapısı bugün sadece resimlerde kalmıştır. Nebi Bozkurt-Mustafa Sabri Küçükaşçı, DİA, “Mescid-i Haram”, C. 29, s. 281.) hattan tezhibe, oymadan işlemeye bu zenginlikten nasibini almıştır. Bunların başında Uhut şehitliği, Bakî’ Kabristanı ve Cennetü’l-Mualla yer alır. Buralarda metfun İslam büyüklerinin kabirleri bir tazim ifadesi olarak türbelerle belirgin hâle getirilmiştir. Başlarına kitabeler ve tezyinatlı mezar taşları yerleştirilmiştir. Üzücüdür ki bu türbelerin günümüzde yeri bile belli değildir. (İbrahim Rifat Paşa, age., s. 67-68. İbrahim Paşa söz konusu eserinde bu türbeler hakkında fotoğraflarla ayrıntılı bilgi verir.) Şehrin çevresini kuşatan surlar, karakol ve kalelerin (Bu eserler arasında sayılabilecek Ecyad kalesi geçtiğimiz yıllarda tüm tepkilere rağmen yerini gökdelenlere kaptırmaktan kurtulamamıştır.) yanı sıra misafirlerin ağırlandığı konaklar ve kışlalar tarihin tozlu sayfaları arasında birer resim olarak kalmıştır.
Günümüzde yerine modern bir mescit inşa edilen Kuba mescidi, Menaha meydanında bulunan Ali Mescidi, Ebu Bekir Mescidi, Ömer Mescidi gibi özel mekânlar, mescitler yapılarak hem tazim edilmiş hem de hatıralarıyla günümüze ulaştırılmıştır. Bu kabir ve mescitler peygamber âşığı gönüller tarafından hat, çini, tezhip gibi güzel sanatlarla tezyin edilmiştir. (İbrahim Rifat Paşa, age., s. 346-347.) Peygamberimizin doğduğu mekânın tahrip olmaması için yapılan mescit devrin yönetimi tarafından 1950 yılında yıkılarak yerine bugünkü kütüphane binası yapılmıştır. Hz. Erkam’ın İslam’ın ilk yıllarına dair en büyük hatırayı taşıyan evi, Hz. Ebu Bekir’in evi, Hz. Hatice validemizin evi (Mustafa Fayda, DİA, “Cennetü’l-Mualla”, C. 7, s. 387-88.) ve beraberinde sayılabilecek birçok aziz hatıra, yerlerini genişletme çalışmalarına bırakmıştır.
Hülasa Kâbe’nin etrafını çevreleyen revaklar ise, sanki bir sadakat testi gibi bütünüyle dünyaya meyletmeyen ama dünyadan bütünüyle de elini çekmeyen kanaatkâr bir kalbin Allah’a takdim ettiği nişaneler olarak aziz ve asil duruşunu sürdürmektedir.