Makale

Kur'an ve sanat

Kur’an ve sanat

Mustafa Özçelik

Kur’an yüce Allah’ın sanatının bir eseridir ve O’nun bir sıfatı da musavvir oluşudur. Şüphesiz, O’nun sanatı insanınkiyle aynı değildir ama böyle bir sıfata sahip olması dahi konunun önemini bize göstermesi açısından önemlidir. Yine Kur’an’ın bir söz mucizesi olduğunu da bilmekteyiz.
Öte yandan Peygamberimizin de yaşayışı, misyonu, kişiliği ve pek çok kutlu sözü sanat ve estetik konusunda Kur’an’ın verdiği ruhsatı vermekte, dolayısıyla bu meselede teorik bir sorunumuz bulunmamaktadır. Yine tarihe baktığımızda din ile sanatın iç içeliği bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Sanatın hangi sahasını ele alırsak alalım, pek çok isim, tevhidî sanatın temsilcisi olarak eser vermiş, Kur’an hakikatinin bu yolla da anlaşılması hususunda gayret sarf etmiştir.
Öyleyse neden bugün sanata ilgisizlik gibi bir meseleden söz etmekteyiz. Düne ve bugüne baktığımızda bu meselede kimi haklı hususların da olduğunu söylemek durumun da kalırız. Şöyle ki, sanata bakışımız dün ve bu gün ne ölçüde Kur’an’a uygun bir bakış olmuştur? Bu bakıştaki en ufak bir sapma dahi esere yansıyacağından genellemeci bir mantıkla sanat, uzak durulması gereken bir husus gibi telakki edilebilmiştir.
Sözün burasında nakledeceğimiz pek çok ayet bulunmakla beraber meseleyi öz olarak izah açısından Asr suresine bakmak şimdilik yeterli olacaktır. Sözü edilen surenin ayetleri mealen şöyledir: “Andolsun ki asra, insan ziyandadır gerçekten. Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirine Hakk’ı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr, 103/1-3.)
Bu ayetlerde vurgulanan ilk nokta insanın ziyanda oluşudur. Bu ifadeyi “İnsanın Allah’tan gafil olması” şeklinde anlayabiliriz. Öyleyse sanat, derin dikkatlerin, ince hakikatlerin kavranmasının bir ifadesi olarak insanı “gaflet”e karşı uyarmanın bir vasıtası olur ki, bu şekilde anlaşıldığında sanat, müminin salih amellerinden birisi olarak karşımıza çıkar.
Hakkı tavsiye, sürekli Hak’la beraber olmaya onu bilmeye, bildirmeye bir çağrı; sabrı tavsiye ise bu gaflete karşı direnmenin bir yolu olarak görülebilir. Ayrıca Hakk’ı bilmek prensibi sanatçıyı şeytani ilhamlara ve bilgilere uzak tutacağından sanatçı, tabii olarak bir tebliğci ve davetçi konumunda olur. Böylece sanat, insanı doğru olanın katında tutmanın bir imkânı olarak hayatın her alanında kendini çeşitli formlarda ortaya koyar. Şiir, musiki, hat, mimari hepsi aynı anlayış ve bilincin ifadesi olarak kendi dilleriyle aynı misyonu üstlenmiş olurlar.
Gerçekten de insanın dünyadaki asıl felaketi, gaflet hâli içinde oluşudur. Bu durum, fanilik duygusunu unutmaktan ileri gelir. Tekrar ayetlerin mesajına dönecek olursak, dünyada her şey fanidir ama bize kendilerini ebedî gerçeklermiş gibi sunarak bizi dünyanın kirli ırmağına sokmaya çalışırlar. Varlık ve şekiller aldatıcı oldukları için, bizi gaflete onlar düşürürler. İşte sanat, insanı bu tuzaklara düşmeme konusunda uyarıcı bir imkâna dönüşebilir. Vahdet’i bulma çabası, gaflet perdelerini aralama, varlıklara yansımış sırrı keşfetme niyeti olarak bizi fıtratımızdaki cevherle yüzleştirir.
Fıtratımızın güzele temayülü de bununla ilgilidir. Sanatın işe güzellik noktasından başlaması da bundandır. Sanat, insandaki idrak, tefekkür melekelerini geliştirerek, zihni ve ruhu, ebedî gerçekleri anlama konusunda hazır hâle getirir. Bilmekteyiz ki, Allah’ın ayeti olmayan hiçbir şey yoktur kâinatta. İşte mesela bir şair, ister yıldızlardan bahsetsin, ister denizlerden bize hep ayetlerden söz ediyor demektir. Onun yaptığı, bu gerçekleri, bizim idrak ve his alanımıza sokmasıdır.
Temel anlayışı bu şekilde belirledikten sonra, sanatçının şu veya bu konuyu, şu veya bu şekilde ele almasının yani biçim ve üslup çok önemli olmadığını da belirtmeliyiz. Burada esas olan sanatçının niyeti, İslami bilincidir. Zaten onun sanat görüşünü dünya görüşü belirlediği için o, konusuna İslam’ın öngördüğü ahlak, estetik, insan, hayat hakkındaki değer yargılarıyla bakacak, dolayısıyla eseri İslami olacaktır.
Müslüman sanatçı, bunu yaparken güzelliği asla putlaştırmayacak ve fanilik boyutlarından soyutlayarak ebedileştirmeye çalışmayacaktır. Yine, başkalarından farklı ve özellik gerektiren bir işi gerçekleştireceği için de asla gurura kapılmayacak ve “Yaratıcılık” (yoktan var edicilik manasında) rolüne soyunmayacaktır. Tam aksine hep acizliğini idrak edecek ve kendini Yaratan, kendine bu özelliği veren Kudret’e teslim olacaktır. Esas olan niyet ve kulluk bilinci olacağından sanat eseri sanatkârın hamd ve tespihi olacaktır. Bütün varlıkların kendi dillerince hamd ve tespihlerini ifade ettikleri düşünülecek olursa, sanatçının yaptığı olsa olsa bu kulluk serenadına katılmak olacaktır.
Müslüman sanatçının eseri, bu özelliklere ilave olarak, kâinattaki özel birliği ve ahengi hisseden ve hissettiren bir eser olacaktır. Yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki bağ, sürekli vurgulanan bir bağ olacaktır. Burada elbette ki önemli olan, bizi sanatın götürdüğü yerdir ki, o da sözünü ettiğimiz birlik fikridir. Böyle bakılınca sanat, sanatçıya has bir kavram olmaktan çıkar ve hayatın her alanına teşmil edebileceğimiz bir kavrama dönüşür. Bütün bu alanlarda sanat, güzellik ve fayda kavramıyla ufkumuzu açan, idrakimizi genişleten, hislerimizi bereketlendiren bir olguya dönüşür ki, onu bir kulluk biçiminde idrakimizin temel esprisi de böylece anlaşılmış olur.
Çizdiğimiz bu çerçeve içinde sanat, demek ki bizi dünyada tutan ama dünyaya yani gaflete karşı hep uyaran, bu yüzden dikkatimizi sürekli olarak ilahî güzellik ve gerçeğe çeviren, ebedîlik özlemimizi ve fanilik acımızı dillendiren bir vasıtadır. Bu imkânlarıyla sanat, Kur’an’ı daha iyi anlamamızı sağlamış olur. Burada Müslüman sanatçının bir tek şeye ihtiyacı vardır: Müslümanca düşünebilmek ve duyabilmek... Böyle yaptığında bizi de aynı şekilde düşündürecek ve hissettirecektir.
Bugün, ortada Kur’an gibi bir nimet varken sanat eserlerimizin verimsizliği sorunu işte bu tefekkür ve hız imkânından yeterince nasiplenmememizle ilgilidir. Bu yüzden Kur’an’la bağlarımız ne kadar güçlü kurulursa sanat alanındaki gelişmemiz de aynı oranda güçlü olacaktır. Yani mesele bir iklim meselesidir. İşte bu iklimin kurulmasında sanatın mutlak idrakle paralel olarak yaşanan hayata dönük yüzü de önem arz edecektir. Öyle ya, Allah’ı bulmak, salt kalbî ve zihnî bir mesele olarak mı kalacaktır? Allah’la aramıza uçurumların sokulduğu şirk, küfür, isyan ve tuğyan dünyasında sanat bu meselelerle ilgilenmeyecek midir? Elbette hayır... Şüphesiz ilgilenecektir.
Müslüman sanatçı, nefsinin imarını, hayatın imarından ayrı düşünemez. O, hayatın bu meselelerine de aynı duyarlılıkla yaklaşacak, uyaracak ve uyandıracak, bozulan bu hayat ahengini, kirletilen dünyayı eserine taşıyacak, teşrih masasına yatıracaktır. Bu bakımdan o, dünya saltanatıyla, zalimle, fasıkla meselesi, kavgası olan insandır. Yeryüzü, hayırlı amellerin yurdu olarak algılandığı için o, bu amellere engel olan herkesle ve her şeyle savaşacaktır.
Sanatçı, insana direnmeyi öğretecek, katılaşan insan ruhu, hayırlı amellerin, estetik bir form içinde icrası ile yumuşayacak, gönül imarını, hayat ve tabiat imarıyla birlikte yapacaktır. Ama derinliği asla ihmal etmeden, şekil ve suretlere takılıp kalmadan, benlik davasına kalkışmadan. Burada sanatın bir de ahlakilik boyutu ortaya çıkmaktadır ki, sanatçı, kişiliğinde ve eserlerinde bu ilkeyi de dikkate alacaktır. Böylece bilgili, ahlaklı ve estetik tavrıyla sanatçı, Kur’an gerçeklerinin, mutlak gerçeklerin anlaşılmasında ve yaşanmasında etki sahibi olabilecektir.
Sözü bağlamak gerekirse, sanat, Kur’an’da ve onun tebliğcisi yüce Elçide gereken izni bulabildiğimiz meşru bir faaliyettir. Müslüman sanatçı, insanı, hayatı ve dünyayı İslami perspektifle yorumlayan kişidir. Böylece zihnî ve kalbî gerçekleri daha iyi algılamamızı sağlayabilecek bir misyonun insanıdır. Sanat, insanların iman, ibadet ve ahlaklarında olgunlaşmalarında katkı sahibi olabilir. Sanatçı, bunun için fanilik ve ebedilik kavramlarından yola çıkacaktır. Sanatıyla büyük ve asıl sanatkârın eserini yorumlayacaktır. Müslüman’ın sanatı sırf duyguya dayalı değildir. Tefekkür, asla ihmal edilmeyecek bir olgudur. Müslüman’ın sanat görüşü, kâinat görüşünden ayrı bir şey de değildir. Her medeniyetin bir sanatı olacağı için, Kur’an medeniyetinin de bir sanatı vardır. Sadece o, niyeti, anlayışı ve amaçları itibarıyla kendine özgülük taşır. Dünün ve bugünün sanatını harici düşüncelerden arındırmak, Müslüman sanatçının belirgin bir vasfıdır. Müslüman sanatçı, sanatı hayırlı bir amel olarak telakki ettikten sonra meselenin biçimi, mesela şiirin hangi ölçüyle yazılacağı, romanın, hikâyenin İslami olup olmadığı gibi meseleler kolayca çözümlenecektir. “Yeryüzünde bulunan her canlı fanidir. Ancak, azamet ve ikram sahibi olan Rahman’ın zatı baki kalacaktır.” (Rahman, 55/ 26-27.)