Makale

Yeni Bir Din dili inşa etmek

Yeni Bir Din dili inşa etmek

Rasim Özdenören

Bazı sosyologlar tarafından dile getirilen bir soru var: Eğer dinin hükümleri değişmeden kalıyor ve fakat hayatın şartları durmadan değişiyorsa, dinin değişmeyen hükümlerinin hayatın değişen şartlarına uyum sağlayabildiğini nasıl iddia edebiliriz?
Bu soru karşısında makul bir itirazla karşı karşıya bulunuyormuşuz hissini yaşayabiliriz. Ancak bu soru İslam’ın özelliği dikkate alındığında geçerliliğini yitiriyor. İslam’ın hükümleri hem değişmeden kalıyor, hem hayatın değişen şartlarına uyum sağlama esnekliğini gösteriyor. Bu durumu nasıl açıklayabiliriz?
Bu durumu, yani hayatın değişen şartları karşısında İslam’ın değişmeyen hükümlerinin hayatiyetini devam ettirerek yürürlükte kalma başarısını, bu dinin Allah tarafından korunmakta olduğunu söyleyerek cevaplandırmamızın Müslümanlar açısından bir sakıncası yoktur ve böyle bir cevap Müslümanlar indinde kabule mazhar sayılabilir. Ancak biz, işin kolayına kaçmayalım. Ve söz konusu sorunun cevabını nesnel şartlarda aramayı deneyelim.
Bu denemeyi gerçekleştirebilmek için modern sosyolojinin kavramlarının İslam indindeki değerini irdelemeye çalışmamız gerekiyor. Modern sosyoloji, kültürün tanımını yaparken dini, kültürü meydana getiren çeşitli faktörlerden biri olarak ele alıyor. Oysa İslam’ın yaşandığı bir çevrede din (İslam) kültürün unsurlarından bir unsur değil, fakat bizatihi kültürel ortamı meydana getiren temel etkendir.
Eğer kültür insan eliyle oluşturulmuş bir kolaylıklar manzumesiyse İslam’ın yaşandığı bir ortamda söz konusu kolaylıklar İslam’ın isterlerine göre oluşturulur. Örnekse cami mimarisini gösterebiliriz. Camilerin temeli dikdörtgen biçimindedir ve dikdörtgenin uzun kenarı kıbleye dönük tutulur. Söz konusu biçimleme özellikle Selçuklu mimarisinde açıkça belirgindir. Acaba niçin söz konusu biçimleme tercih ediliyor? Kuşkusuz bu durumu estetik kaygılarla açıklamamızın önünde bir engel mevcut değildir. Fakat Müslüman mimar için estetik kaygıyla birlikte Allah Rasulü’nün hadisi ön alır. Hadis, namazda saflarımızı sık ve uzun tutmamızı öngörüyor. Müslüman mimarlar bu hadis-i şerifin gereğine uymayı kolaylaştırma babında cami mimarisinin değinilen biçimde inşa edilmesinin yolunu açıyor. Estetikten hareketle değil, fakat estetiğe de riayet edilerek dinin bir hükmünün hayata geçirilmesi bu suretle sağlanıyor. Başka bir deyişle, bu olay, mimaride din dilinin nasıl inşa edildiğinin örneğini oluşturuyor. Keza mescitlerin sade yapılmasını öngören hadis-i şerif de aynı uygulamanın bir başka veçhesini oluşturuyor.
Müslümanların giyim kuşamından sofra adabına, yatarken, kalkarken dikkat edilecek muaşerete kadar gündelik uygulamada uymamız tavsiye edilen hükümler, nesnel ve öznel şartların Müslümanın yaşantısında hayata nasıl geçirildiğinin örneklerini oluşturur. Dinin değişmeyen hükümlerinin yaşanan hayatın şartlarına dönüştürülmesi olayı din dilinin nasıl canlı kılınabildiğinin cevabını tazammun ediyor.
Böylece dinin hükümlerine uygun olarak yaşandığında, dinin kendi kültürünü nasıl oluşturduğunu görüyoruz. Dinin talepleri doğrultusunda bir hayata talip olunduğunda dinin kendi kültürünü, başka bir söyleyişle kendi dilini nasıl oluşturduğunu izleyebiliyoruz.
Kur’an’ın “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.” mealindeki hükmü keza bir Müslümanın gündelik hayatında, onun mutfak ve sofra adabından, gündelik hayatında akla gelebilecek her türlü işlemine kadar etkisini gösterir. Ve böyle bir hayat Müslümanı kapitalizmin ve sosyalizmin taleplerine karşı donanımlı hale getirir. Onu adı geçen izm’lerin cimriliğinden de israfından da korur.
Böylece din dili derken yalnızca lisanı anlamadığımız, dinin hayatın her şubesindeki yürürlüğünü esas aldığımız ortaya çıkıyor.
Şunu söylediğimiz anlaşılmalıdır: Biz cami mimarisinden hareketle, yani estetik kaygıyla bir yere gitmiyoruz. Hadis-i şerifin Müslüman’dan talep ettiği bir tavsiyeye uyma zımnında, hayatımızı bu istikamette geliştirmiş oluyoruz. Bu durum bize Müslümanın hayatla kurduğu eytişimsel ilişkinin mahiyetini, bir bakıma da bu dilin sürekli biçimde yenilenebilir olduğunu gösteriyor. Başka bir söyleyişle, asrın şartları nedir ve İslam’ın bu şartlar muvacehesindeki tavır alışı, ona karşı söylemi ne olmalıdır sorusuyla karşı karşıya geliyoruz.
Her asır kendi farklı şartlarıyla buluşur. İşbu yeni şartlar karşısında İslam bu şartları nasıl değerlendiriyor, bu şartlar karşısında nasıl bir dil kullanıyor, soru budur. Modern zamanların Müslümanları genelde bu şartlar karşısında boyun eğici bir tutum sergilemekte beis görmedi. Örneğin “asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” biçiminde ifade edilen söylem boyun eğici tutumun tipik bir örneği olarak dışlaşıyor. Buradaki inceliği somutlaştırabilmemiz için şu sorunun cevabını aramalıyız: Kim kimi tezkiye edecek? Asrın idraki mi İslam’ı tezkiye edecek, yoksa İslam mı asrın idrakini tezkiye edecek konumda bulunmalı? Hangisi?
“Asrın idraki” denilen kavram soyut bir söylem değil. Asrın idraki kavramı ya bazı kişilerin zatında somutlaşır veya belli kavramlar bağlamında bir anlam kazanır. Asrın idraki kişiler bağlamında acaba Marks mıdır, Freud mudur, Durkheim midir, Bergson mudur, Prens Sabahattin midir, M. Akif Ersoy mudur, kimdir? Kavramlar bağlamında düşündüğümüzde asrın idraki diye acaba ilmi mi kabul edeceğiz, yoksa demokrasi, insan hakları, liberalizm, rasyonalizm, pozitivizm vb. kavramlar mı çıkacak karşımıza? Dolayısıyla kim kimi tezkiye edecek, bu kişilere veya kavramlara İslam’ı mı söyleteceğiz, yoksa bu kişileri ve kavramları İslam’ın mihenginde bir değerlendirmeye mi tabi tutacağız?
Hâlihazırda öngörülen ilmin İslam indindeki değeri nedir? İlim denilen kavram mutlak biçimde genel geçer sayılan bir değişmezliği mi ifade ediyor, yoksa ilim de insan zihninin kabullerinden bir kabul müdür? İlim, kimilerinin düşündüğü gibi evrensel, reddi ve cerhi gayri kabili mümkün bir olay mıdır, yoksa o da asırdan asıra değişen, insan zihninin bir ürünü müdür? Aristo, Kopernik, Newton, Einstein ve benzerleri birbirlerini mi tekrarlayıp durdular, yoksa her biri kendi zamanına göre farklı şeyler mi söyledi ve bundan sonra acaba daha neler söylenecek? Dolayısıyla eğer “asrın idraki”nden maksat ilim ise, İslam’ı hangi asrın mihengine vurmamız gerekecek?
Yahut da ilim denilen olayı biz İslam’ın mihengine mi vuracağız? Eğer bu soruya olumlu cevap veriyorsak, bu durumda Müslüman düşünürlerin her “asır”da yeni bir söylemle dünyanın karşısına çıkmaları gerektiğini ifade etmiş oluruz. Bu husus da İslam’ın tecdidi (yenilenme) olayıyla bağlantılıdır.
İslam’ın her asırda yenileneceğini bildiren hadis-i şerif, onu, dine bulaşmış olan bidatlerden arındırma ameliyesidir. Bu anlamıyla Hristiyanların reformundan farklıdır. Reform bidatleri içselleştirme ameliyesi iken, tecdit; dini bidatlerden arındırma işlemidir. Oysa modern çağın Müslüman’ı tam da bunun tersini yapmayı kendine ilke olarak benimsemiştir: Asrın idrakini irdelemeyi değil, fakat asrın idrakine teslim olmayı veya asrın idrakini içselleştirmeyi seçmiştir.
İşte bu noktada Müslümanların yeni bir din dili inşa etmesinin gereği ortaya çıkıyor. Bu Müslüman, kendi kavramlarıyla konuşmanın yolunu açmanın üstesinden gelmek zorundadır. Modern hayatın kabulleri, Müslüman’ı neredeyse kendi asal kavramlarını kullanmaktan mahcubiyet duyacak hâle getirmiştir. Örneğin şeriat kelimesini kullanmaktan kaçınır hâle geldik veya getirildik. Niye? Çünkü bu kelimenin üzerine öylesine olumsuz yükler bindirildi ki, kelimenin kullanıldığı her defasında insanlar onu olumsuz yükleriyle birlikte tedai etmeye başladı. İşte yeni bir din dili inşa etmeliyiz derken bütün bu olumsuz yükleri de İslam’ın üzerinden atmanın yolunun açılmasını öneriyoruz. Konu dar anlamda algılanmamalı. Konu, eski dil yeni dil meselesi değil; konu ıstılah meselesidir. Bu da ancak yeni bir din dilinin oluşturulmasıyla hayata geçirilebilir. Biz bu dinin hükümlerince yaşadığımız sürece bu dinin ıstılahlarını kabul ve kullanma ihtiyacını duyarsak, başkası da onu kabul etmek zorunda kalır. Önemli olan, kendi kavramlarımıza ve ıstılahlarımıza sahip çıkmaktır. Günümüz Müslümanıysa süreci tersinden işletiyor, yani Batı’nın fikriyatını esas kabul ettiğinden, hem İslam’ı anlamakta zorlanıyor, hem de Batı’nın fikriyatına nüfuz edemiyor.
Burada, gündelik hayatta karşılaştığımız en vahim tablo şudur: Lügatte yer alan aynı kelimelerin ıstılah olarak İslam düşünce dizgesinde ve Batı fikriyatında ne anlama geldiği gündelik hayatta kestirilemediği için bütün bir kavramlar silsilesi altüst oluyor. İlim, demokrasi, kardeşlik, eşitlik, adalet vb. kelimeler zahiren her iki kültür dairesinde de kullanıldığından, aynı kelimelerin her iki kültürde de aynı anlama geldiği düşünülüyor. Oysa bu kavramlar her iki kültür dairesinde farklı anlamları işaret etmektedir. Tanzimat’tan bu yana Müslümanların en büyük sıkıntısından biri yeni bir din dili inşa edememiş olmalarında temerküz ediyor; aynı durum onlara İslam’ın yolunun açılmasında da mani teşkil ediyor.