Makale

Abdullah Yıldız ile Söyleşi

SÖYLEŞİ

Abdullah Yıldız:
“Tevhit esaslı, tüm peygamberlere gönderilen, vahye dayalı dinlerde, peygamberlere ilk emredilen ibadet namazdır. Bunun da istisnası yoktur.”

Söyleşi: Ali Aygün

Nasıl ki insan zübde-i âlemdir yani âlemin özetidir, namaz da bütün ibadetlerin özetidir. Bütün kâinatın ibadetlerini kendisinde sembolize eden, toplayan bir ibadettir. İbadetlerin mecmuudur. İbadetlerin muhtasarıdır diyebiliriz.

Kıyamı, rükûyu, secdeyi, iki secde arasındaki celseyi, rükûdan doğrulduktan sonraki kavmeyi ve namazda okuduğumuz kıraatlere hakkını vermeyi tam yerine getirebilirsek o zaman namazda huşuyu yakalamış oluruz.

Ezan, abdest, namaz esnasında ve camiye namaza gidip namazdan dönerken Müslüman kendini kontrol ederse bu insanın kötülüklere, haramlara bulaşması elbette namaz kılmayan, beynamaz dediğimiz insanlara oranla çok daha azdır.

İslam medeniyeti için bir cami medeniyeti veya camilerde de namaz kılındığı için bir namaz medeniyeti ismini verebiliriz rahatlıkla. Efendimiz (s.a.s.) Mescid-i Nebi’de sadece namaz kılmadı ve beş vakit namaz kıldırmakla yetinmedi. Devlet işlerinin tamamını orada görüyordu.

Sayın hocam, dergimizin bu sayısında “Namazla Arınma” konusunu gündem yaptık. İbadetler bütünü içinde namazın yeri ile ilgili bize neler söylersiniz?
Bismillahirrahmanirrahim. İbadetler bütünü içinde namaz dendiğinde meseleye birkaç boyuttan bakılabilir. Genel manada bu konuda âlimlerin yaptığı bazı benzetmeler var. Belki oradan girmek daha uygun olur. Çünkü kâinatta bütün varlıklar Allah’a kulluk, ibadet ve hamt ile Rabbimizi tesbih ederek zikretmekle meşguller. Bu noktada tabii ki kâinattaki tüm varlıkların taşlardan kuşlara kadar ibadetleri ve tesbihatının biçimini biz anlayamayız, ayet-i kerimelerde ifade edildiği üzere. Fakat âlimlerin özellikle rahmetli Muhammed Hamidullah’ın İslam’a Giriş kitabında bunu çok güzel toparladığını görmüştük. O kitaptan hatırlıyorum. Mesela dağların dimdik ayakta durması namazdaki kıyamı sembolize ediyor. Yani dağların kıyamı bizim namazdaki kıyamımızda kendisini buluyor karşılık olarak. Bütün hayvanlar âlemi eğilerek Allah’a tesbihatta bulunurlar, hamdüsena ederler. Bizim rükûmuz da hayvanlar âleminin bu ibadetini temsil eder. Bitkiler köklerini derinlere salarlar ve onlar bir anlamda topraktan nemalanmak suretiyle secde hâlindedirler. Onu böyle sembolize etmek mümkün… Güneş, ay, gökteki yıldızlar ve benzerleri sürekli hareket ve devinim hâlindedirler. Bu ise ibadetteki, namazdaki hareketlerin sürekli tekrarı anlamında anlaşılabilir şeklinde pek çok yorum yapılıyor. Aslında nasıl ki insan zübde-i âlemdir yani âlemin özetidir, namaz da bütün ibadetlerin özetidir. Bütün kâinatın ibadetlerini kendisinde sembolize eden, toplayan bir ibadettir. İbadetlerin mecmuudur. İbadetlerin muhtasarıdır diyebiliriz.
Fakat tabii ibadetler içerisinde namazın yeri denildiğinde şunun altının çizilmesi gerekiyor. Bütün dinlerde, dinler derken tevhit esaslı, tüm peygamberlere gönderilen, vahye dayalı dinlerde, peygamberlere ilk emredilen ibadet namazdır. Bunun da istisnası yoktur. Yani Kur’an-ı Kerim’de verilen bilgilerden hareketle, iki tanesini hatırlatmakta fayda var: Hz. Musa’ya peygamberlik Tuva vadisinde verilmiştir. Taha suresinin ilk ayetlerinde anlatılır bu ve Rabbimiz ona kendisini peygamber seçtiğini, ayakkabılarını çıkarması gerektiğini, orasının mukaddes Tuva vadisi olduğunu söyler. Ona vahyedeceğini, vahyi de iyi dinlemesi gerektiğini ifade ettikten sonra: “La ilahe illa ene fa’bud/ Benden başka ilah yok ve bana kulluk edeceksin, beni hatırlamak için namaz kılacaksın” buyurur. Namazın hikmeti de burada. Yani Rabbimizi unutmamak; onunla sürekli ve düzenli, vakitli bir irtibat; ilişki kurmak için “Beni hatırlamak için namaz kılacaksın. İkame edeceksin.” Dosdoğru, vaktinde, zamanında, tadil-i erkânla ve en güzel şekilde kılacaksın. İkame bunu ifade ediyor. Hz. İsa Efendimize aynı şekilde daha annesinin kucağında iken konuşma lütfediyor Rabbimiz. Meryem suresinin 30 ve 31. ayetlerinde ilk konuşmasına başlıyor ve diyor ki: “Rabbim beni peygamber seçti ve yaşadığım sürece bana namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti. Risalet, namaz. Bütün diğerleri için de bu böyledir. Hz. Şuayb’a kavminin ilk itirazı namazdandır. Çünkü onun hayatında ve tebliğinde ilk gördükleri şey namaz olmuştur. Öyle ise Efendimiz (s.a.s.)’e de aynen böyle oldu. Yani miraçta beş vakte çıktı ama miraçtan önce bir rivayete göre risaletin ertesi sabahı bir rivayete göre “Kum fe enzir” ayetinin, Müddessir suresinin gelişi ile -ki onun da gelişi ile farklı zamanlar verilir- birkaç hafta sonra veya bir iki ay sonra denir. O kadar da uzun sürmemesi lazım. Çünkü hırkasına bürünmüş, böyle korku hâlinde bekleyen bir peygamber birkaç gün sonra, birkaç hafta sonrası olması mümkün “Kalk ve inzar et” emri ile geldiği de söylenir “Ve rabbeke fekebbir” ayeti ile namazın emredildiği konusunda İslam âlimlerinin birçoğu bu konuda görüş birliği içindedir. Ama rivayetlere baktığımız zaman Cebrail (a.s.) Kadir Gecesi’nin sabahında tekrar gelmiş, Efendimiz’i bir vadiye götürmüş, abdest ve namazı öğretmiş ve sabah namazını beraber kılmışlardır. Döndüğünde Hatice annemize, ertesi gün Hz. Ali’ye öğretmiştir. İslam’da kim iman ettiyse ona ilk öğretilen şey namazdır. Elbette hac İslam’ın beş temel rüknünden, kelime-i tevhit de olmazsa olmazıdır İslam’a girişin. Ama ibadet içerisinde birincisi namaz. Hicretten iki yıl sonra oruç, bir ay sonra zekât, en son da yani Efendimizin vefatından bir yıl önce de hac. Yani bu aslında namazın ne kadar belirleyici ve diğer ibadetlere de zemin hazırlayan kurucu ve sürükleyici bir ibadet olduğunu ortaya koyar.
Namaz belirli vakitlerde kılınmak üzere bütün müminlere emredilmiştir. Günlük hayatın akışını beş kere durdurarak Allah’ın huzuruna çıkmanın hikmeti nedir?
Efendimiz (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde, Taberani hadisi olarak bildiğimiz bir hadisinde şöyle sembolik bir anlatımla diyor ki: “Her namaz vakti Allah’ın bir meleği şöyle bir çağrıda bulunur: “Ey Allah’ın kulu kalk. Kalk ve yaktığın ateşi söndür.” Kul kalkar, -hadisin başka bir versiyonuyla tamamlayalım- “namazını kılarsa, sabah namazını, ateş söner ama öğleye kadar o ateş tekrar alevlenir. Öğle namazını kılar ateş söner, ikindiye kadar tekrar alevlenir. İkindiyi kılar söner, akşama kadar. Akşamı kılar söner, yatsıya kadar tekrar alevlenir. Yatsıyı kılınca sabaha kadar o kula günahtan bir şey yazılmaz.” Mealen böyle bir hadis-i şerif. Şimdi burada aslında iki namaz arasında insanı yakıp tutuşturan bir alevden bahsediliyor. Bir yangından söz ediliyor ki son ifadede sabaha kadar günahtan bir şey yazılmaz dendiğine göre bunun günah ateşi olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla bir mümin günlük hayat içerisinde elbette ticaret hayatı, eğitim hayatı, sokak, medya, sanal âlem her türlü günlük koşturmaca içerisinde nefsine yenilebilir, günaha eğilim gösterebilir, hata, kusur edebilir. Dolayısıyla bu yangının namaz ırmağıyla günde beş kez söndürülmesi lazım. Hani bir başka hadiste de Allah Rasulü’nün: “Günde beş kez ırmağa girseniz, ırmakta yıkansanız kirden, pastan, tozdan eser kalır mı?” sorusu… Öyleyse namaz günde beş defa kılındığında insanda da kirden, pastan eser kalmaz ve namaz, her zaman iki namaz arasında işlenen günahlara kefarettir. Namaz günah kirinden yıkar insanı günde beş defa. Günah işlemek, hata ve kusur etmek insana aittir. Öyleyse namaz niye bu kadar sık? Çünkü bu kadar sık kirleniyoruz. Hele hele şu modern çağda çok daha fazla kirleniyoruz. Çok kirli bir çağda yaşıyoruz. Yani ekranlardan, cep telefonlarından, tabletlerden, sokaktan, gazetelerden, şuradan buradan gözümüze, kulağımıza ilişen hatta yediğimiz lokmalara ilişen, dilimize yansıyan bir yığın günah kiri var. Bunların arınması için bu kadar sık temizlenmeye ihtiyaç var. Bir de şunu söylemek lazım. Namaz neden beş vakit de diğer ibadetlerin vakit, zaman aralığı çok farklı yani zekâtı o da paranız varsa yılda bir kez ödersiniz, hesaplarsınız kırkta bir oranda. Oruç, onu da yılda bir tutarsınız, sağlığınız müsaitse. Hac, imkân ve yol bulabiliyorsanız gidersiniz. Dolayısıyla bunların hepsi geniş zamanlarda, hepsi de muhteşem ibadetler tabii ki ama mukayese yaptığımız zaman ömürde bir defa değil hac gibi, yılda bir defa değil, ayda bir defa değil, haftada bir, günde bir değil, günde beş defa. Bu kadar sık aralıkla farz kılınmasının hikmeti insanı sürekli Rabbi ile buluşturan, günde beş kez Rabbinin divanına çıkaran, günde beş kez miraca kanatlandıran olması çünkü “Namaz müminin miracıdır.”
Dolayısıyla Rabbi ile buluşup onun huzuruna çıktığı anda huzura eren, yapıp ettiklerinin kontrol eden, Rabbini, O’nun emir ve yasaklarını hatırlayan, yasaklarından kaçınmak için her namazda yeniden kararlılık gösteren, yeniden bir diriliş ve canlanma emaresi gösteren, her namazda o kötülükleri, haramları hatırlayarak ondan uzak durma konusunda daha bir iradeli, daha bir bilenmiş olarak ortaya çıkan mümin tabii ki namaz sayesinde bütün bu kötülüklerden uzak durduğu gibi üzerine düşen görevleri de günde beş kez hatırlayacaktır.
O yüzden sıkça uyarılmak, sıkça hatırlatılmak insanın yapısı gereğidir. Çünkü insan unutkan bir varlıktır, nisyandan gelir bir rivayete göre. O Rabbini unutan, kendini unutan, bu dünyaya niçin geldiğini, nereden gelip nereye gittiğini unutan insana bu kadar sık hatırlatma gereklidir. Bunun için Rabbimiz günde beş vakit namazı lütfetmiştir.
Namazı dosdoğru kılmanın ölçüsü nedir?
Namazı dosdoğru kılmanın ölçüsü noktasında Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamberimizin hadis-i şeriflerinde namazın şekli yanında manasını, içeriğini, özünü bütünleyen tavsiyelere rastlıyoruz. Yani tadil-i erkân dediğimiz; kıyamı, rükûyu, secdeyi, iki secde arasındaki celseyi, rükûdan doğrulduktan sonraki kavmeyi ve namazda okuduğumuz kıraatlere hakkını vermeyi tam yerine getirebilirsek o zaman namazda huşuyu yakalamış, namazın içini doldurmayı ve namazın hakkını vermeyi başarmış, namazı Kur’an’ın tarif ettiği ve Efendimizin “Beni namaz kılarken nasıl görüyorsanız öyle kılın.” buyurduğu gibi kılmış oluruz. Bu görmeyi biz sadece şeklen görme olarak algılıyoruz ama Efendimiz’in namazda bazen gözyaşlarını tutamadığını, bazen rükûsunu, secdesini çok uzattığını hatta “Efendimize bir şey mi oldu, ruhu mu kabzoldu dediğimiz oluyordu.” dediklerini sahabeden duyuyoruz. Bazen de sesli okuduğu Fatiha ve zammısurelerde ayetlerin aralarını o kadar uzatıyordu ki “Acaba gerisini unuttu mu dediğimiz oluyordu.” dedirtecek kadar rükûnun, kıraatin, kıyamın, secdenin hakkını veren biriydi Efendimiz (s.a.s.). Şeklen ve içerik olarak özellikle ruh olarak, huşu olarak namazda ne söylediğinin bilincinde ve farkında olarak namazı kılarsak o zaman namazı dosdoğru kılmış oluruz.
Bir sahabe Mescid-i Nebi’ye girer. Efendimiz (s.a.s.) sohbet hâlindedir. Namazını Efendimizin tarif ettiği, tanımladığı ilkelere uygun kılmadığı, biraz acele kıldığı anlaşılır. Namazını kılıp, sohbete oturunca: “Ey falanca kişi kalk, namazını iade et çünkü sen namaz kılmış olmadın. Buraya dikkat çünkü sen namaz kılmış olmadın.” buyurdu Allah Rasulü. Bu ifade; namaz şayet dosdoğru, Efendimizin tarif ettiği gibi huşu ve hudu içinde kılınmazsa bu namaz bizi cennete taşımaz, anlamındadır. Müminun suresinin ilk iki ayetinde: “Müminler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler.” Yani huşu içinde namaz kılmak bizi ancak cennete, kurtuluşa götürür. Efendimiz (s.a.s.) o zata namazını kılıp geldiğinde ikinci kez, sonra üçüncü kez tekrarlar. Bu sefer adam “Anam babam sana feda olsun ya Rasulellah ben nasıl kılayım?” işte ona öyle bir namaz tarif eder. Güzelce tekbir al. Güzelce tekbir almak dediğinizde elinizin tersi ile dünyayı arkaya atmaktan tutun; Allahüekber dediğinizde Allah’tan başka büyük tanımayıp dünyadaki küçük işleri -ne kadar gözünüzde büyütürseniz büyütün hepsi küçüktür- arkaya atmayı ve Kâbe’yi âdeta selamlar gibi Hacerü’l-Esvet’i istilam eder gibi kıbleye döndüğünüzün bilincinde olarak yüreğimizi, özümüzü, yüzümüzü Allah’a döndüğümüzün farkında olmayı gerektirir. Bir istikbal-i kıble, bir yöneliş, tekbir alış. Sonra Fatiha’yı -ki Efendimiz (s.a.s.) başka bir hadis-i şeriflerinde: “Her sözünüze Allah’ın cevap verdiğini düşünürcesine okuyun” buyurduğu gibi “Elhamdü lillahi Rabbi’l-âlemin” dediğinizde Rabbimiz buyurur ki “Kulum bana hamt etti.” “Errahman errahim” dediğinizde “Kulum beni övdü.” “Malik-i yevmi’d-din” dediğinizde “Kulum beni yüceltti.” “İyyake na’büdü ve iyyake nestain” dediğinizde “Kulum bana söz verdi, ben yalnızca Allah’a kulluk ederim başkasına kulluk etmem dedi. Bu kulumla benim aramda biz sözleşmedir. Ona dilediği verilecektir.” Sonra biz istemeye devam ediyoruz. “Ya Rabbi senin dosdoğru yolunun üzerinde yürümeyi, oraya ermeyi, o yolda olmayı istiyoruz” diyoruz. Kimin yolu bu? “Kendilerine nimet verilen peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin, salihlerin yolu.” Kimin yolu değil? “Sapıtanların, azıtanların, Allah’ın gazabına uğrayacakların yolu değil.”
Bunun farkında olarak okumaları gerektiğini âdeta Efendimiz öğretmiş sahabeye. Burada o zata da kıraatini tane tane, yavaş yavaş, dura dura oku. Birbirine birleştirme. Bir ayeti okuduğunda hemen arkasından peş peşe okuma. Düşünme payı bırak dercesine âdeta. Sahabe-i kiramın ve annelerimizin anlattıkları şöyledir: “Efendimiz ayetler arasında bir miktar duraklardı ve ayetleri birbirine bitiştirmezdi.” Bunu da buraya eklemek gerekiyor. Bunlar tabii ki diğer hadislerden eklediğimiz ifadeler.
Sonra “Allahüekber” deyip rü-kûya vardığında eklemler itminan eylesin. Mutmain olsun. Yani yerli yerine otursun. Bu aslında rükûda ne söylediğinin farkına varsın. Rabbinin huzurunda eğildiğinin farkına varsın demek. “Sübhane rabbiye’l-azim” Hanefi fıkhına göre 3 defa tam olarak tane tane söylenmeli ki, Allah’ın azameti karşısında eğildiğinin farkına varsın.
Sonra diyor ki doğrul. Doğrulduğunda dimdik ayakta -kavme işte bu- kavmede eklemlerin yerli yerine otursun ki biz bunu çok yapmıyoruz. Rükûdan doğrulurken kavme denen vakıanın, kavme denen o duruşun ciddi olarak yapılması lazım. Özellikle de bu konuda daha doğrulmadan secdeye gitmeye kalkışmak ciddi anlamda namazımızı zedeler.
Rükûdan doğrulduktan sonra secdeye… Secdeye gittiğinde yine eklemlerin yerli yerine otursun. Secdeden doğrulduğunda eklemlerin yerli yerine otursun ki iki secde arasına -biz buna celse diyoruz- Efendimiz (s.a.s.) böyle anlatıyor “Ondan sonra selamını ver” diyor. Tabii ki burada dosdoğru namaz dediğimiz zaman bütün bu boyutlarını, şekil boyutunu, tadil-i erkân boyutunu, tefekkür ve tedebbür boyutunu birlikte düşünmemiz gerekiyor.
Kur’an-ı Kerim’de namaz ile ahlak arasında irtibat kurulur: “Namaz insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar” diye buyuruluyor. Değerli hocam bugün namaz bizi gerçekten dönüştürüyor mu?
Gerçekten bir namaz ahlakından, tabii ki İslam ahlakı bu ama bu ahlakı sürekli besleyen, bu ahlakı sürekli inşa eden, günde beş defa doğrultan, düzelten, rotasından şaşmışsa ibresi sağa sola kaymışsa bunu rotasına oturtan bir ibadetten bahsediyoruz: Namaz. Şimdi insan unutkandır dedik. Tabii ki günde beş defa kılınan bir namaz, sizin kötülüklere meyletmenizi engeller. Zihinsel olarak, kalp olarak, fiilen bir haram, bir günah, fahşa... Göz ve benzeri bütün organlarımızı haramlardan koruma noktasında en azından namazda durduğumuz sürece; diyelim günde toplamda abdest alırken ve namaz kılarken harcadığımız bir iki saatte. Ama iki namaz arasında da “Ya ben biraz önce namaz kıldım” der insan. Böylece kötülüklerden, haramlardan, günahlardan “Az önce namaz kıldım, yalan söylemeyeyim” ki bunu insanımız söyler. “Bak birazdan ezan okunacak namaz kılacağım, yalan söylemiş olmayayım” der.
Şimdi ezan, abdest, namaz esnasında ve camiye namaza gidip namazdan dönerken Müslüman kendini kontrol ederse bu insanın kötülüklere, haramlara bulaşması elbette namaz kılmayan, beynamaz dediğimiz insanlara oranla çok daha azdır. Ama şu da bir vakıadır ki eğer siz namazınızın farkında değilseniz, kıldığınız namazda ne söylediğinizin farkında değilseniz, hani her gün namazlarımızda “Elemtere”den aşağısını okuruz, “Eraeytellezi” deriz. Dolayısıyla burada başka hadis-i şerifler de var: “Kıldığı namaz kendisini kötülüklerden alıkoymayan kişinin namazına Allah’ın ihtiyacı yoktur.” Hatta dahası şöyle bir hadis de var: “Öyle bir namaz kişiyi Allah’tan uzaklaştırır” şeklinde bir versiyonu var ki bunun da üzerinde iyi düşünmek lazım. Yani o namazı alışkanlık gereği, bir rutin işlem, bir ritüel hâlinde mi kılıyor yoksa huşu içerisinde Rabbi ile günde beş defa buluşma, bir miraç gibi mi kılıyor? Bu yüzden namazların içini ne kadar doldurursak, namazları ne kadar huşulu ve bilinçli kılarsak o namaz, o namazı kılan kişileri, ikame eden kişileri fahşadan ve münkerden alıkoyar.
Sorunuzda ifade ettiğiniz Ankebut suresinin 45. ayetinde “ekımissalah” deniliyor. “Önce namazını dosdoğru kıl!”. “Huşu ile namazı ikame etmek, vaktinde, zamanında huşulu, tefekkürlü, tezekkürlü, bilinçli namaz kıl” demektir o. Öyle bir namaz ancak fahşadan ve münkerden alıkoyar insanı. “Vele zikrullahi ekber” “Allah’ın zikri, zikrullah olan Kur’an, Allah’ı namaz ile birlikte zikret” gibi perçinleyen bir ifade ile de devamında geliyor.
Namazlarımızı itibarlı ve devamlı hale getirmek için neler yapmalıyız?
Önceki sorulara verdiğimiz cevaplarda Efendimizin (s.a.s.) tarif ettiği, tanımladığı, o sahabeye “Git tekrar kıl” dedikten sonra tarif ettiği namaz gibi bir namaz kılarsak o namaz bizim nezdimizde itibarlı olur, o namaz bizi itibarlı kılar. Ve o namazı biz bırakmak istemeyiz. Namazdan bu noktada ne elde ettiğimize, namazdan nasıl bir ruh hâleti ile ayrıldığımıza, namazdan nasıl bir haz aldığımıza, tat aldığımıza bağlıdır biraz da namazın devamlılığı. Yani şöyle diyelim. Efendimiz (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde buyuruyor ya: “Sizin dünya lezzetlerinden, zevklerinden, yemekten, içmekten, cinsel ilişkiden ve benzerinden aldığınız lezzetin daha fazlasını ben namazdan alıyorum.” Çok önemli bir şey bu. Öyleyse bugün fahşa ve münkerden bir türlü kurtulamıyorsak; o lezzetli, o tatlı namazları, Efendimizin tarif ettiği namazları kılamıyoruz demektir. Bir kardeşimiz şöyle tarif ediyor: Namaza zevkle, iştahla, arzuyla, şevkle gittiğimiz zaman o namaz devamlı olur. Ve o namaz elbette bizi itibarlı ve bizi gerçekten Allah katında kıymetli hâle getirir.
Caminin ve cemaatle kılınan namazların toplumsal faydaları nelerdir?
Namaz, aslında cemaatle kılınır. Bu manada, cemaatle namaz hakkında Efendimizin 25-27 kat sevap ve benzeri pek çok teşvikleri var. Cemaatle namaz konusunda müminlerin hatta namaz kılmak için camiyi adımlamaya kadar teşvik edilmesinin hikmeti müminlerin bir araya gelmeleri, omuz omuza gelmeleri, birbirlerinin yüzüne bakarak tebessüm etmeleri bile sadaka. Fikir alışverişi, istişare, dayanışma, birlik, beraberlik, duygu olarak bedensel olarak beraber olma, fikir olarak beraber olma. Çünkü birbirinizden koptuğunuz zaman düşünce ve duygularınız, anlayışlarınız da farklılaşır. Cami, en genel manada bütün Müslümanları bütün müminlerin her meşrebini her mektebini her rengini her ırkını her dilini farklı grupları bir arada toplayan bir mekân olarak, sadece namaz kılınan değil, cemaatle namaz kılınan ama namazın önünde sonunda istişare edilen eğitim yapılan yardımlaşılan birbirlerinin yüzüne tebessüm edilen birbirleriyle kucaklaşan insanlar hâlinde müminleri bir vahdet hâlinde tutar. Müminler tevhit inancının gereğini camide cemaatle namaz kılarak ancak yerine getirebilirler.
Caminin sağladığı bu birlik beraberlik, camiyle sınırlı mı kalıyor yoksa toplumsal hayatımıza yansıyor mu?
Maalesef yeterince yansıtamıyoruz, vakıa bu. Cemaatle namaz kılmayı sadece kendi küçücük mekânlarımızda eda etmek yerine mahalle camimizde cuma namazlarını daha büyük camilerde eski ifadeyle selatin camilerde ve elbette bayram namazlarını musalla gibi çok daha geniş mekânlarda kılmalıyız ki biz “namaz platformu” olarak bu konuda bazı çalışmalara öncülük yapıyoruz; İstanbul’da, Sultanahmet’te, musallada namaz geleneğini yeniden canlandırma çabasındayız. Orada insanlar ilk defa birbirlerini görüyorlar, binlerce insan birbirini görüyor. Senede bir iki defa bayram namazlarında ama haftalık cuma namazlarında da mahallede o büyük camilerde insanların cem olması lazım. Vakit namazlarını aslında buna dönüştürmemiz lazım. Böyle geniş camilerde kılmamız lazım.
Malumunuz Kur’an-ı Kerim’de Allah (c.c.): “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” diye buyuruyor. Yaratılış gayesine bigâne kalmış insanımızı namazla ve camiyle buluşturmak nasıl mümkün olabilir?
Bütün insanlara namazın Allah’tan başkasına, nefsine, paraya, makama, mevkiye, dünya çıkarlarına kulluk etmemek, herhangi bir varlığın kulu kölesi olmamak; sadece Allah’ın kulu olmak, mutlak özgürlüğe kanatlanmak anlamında bir ibadet olduğunu; namaz kılan insanın mutlak manada özgürlüğe kanatlandığını, miraca kanatlandığını anlatmak gerekiyor. Necip Fazıl’ın ifade ettiği gibi; “Namaz sancıma ilaç / Yanık yerime merhem / Onsuz ebedi hayat / Benim olsun istemem” dediği hakikati anlatmak lazım. Sen psikolojik sorunlarına, derdine derman mı arıyorsun; diğer problemlerine derman mı arıyorsun namazda. Cemil Meriç’e izafe edilen harika bir cümle vardır: Namaz kılınan bir toplumda psikolojiye, zekât verilen bir toplumda sosyolojiye ihtiyaç kalmaz. Dolayısıyla insanımıza en genel manada namazın sadece psikolojik değil ailevi, toplumsal sorunlara ümmet olarak her türlü sorunumuza cevabın aslında huşu içinde cemaatle beş vakit gereği gibi farkına varılarak dosdoğru kılınan namazlarda olduğunu farklı boyutlarıyla anlatmamız gerekiyor. Değilse insanlara zorla namaz kıldırmanın, haydi bakalım kalk kıl gibi geleneksel ifadelerle namaza zorlamak; alıştırmak, sevdirmek yerine tam tersine itmek ve namazdan soğutmak gibi bir sonucu var; buna da dikkat etmek gerekiyor.
Medeniyetimizde camiler, bir ibadet mahalli olmanın yanı sıra, bilgi ve hikmet merkezi de olmuştur. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) alınan ilhamla sonraki dönemlerde camiler âdeta bir kültür, sanat, düşünce okuluna dönüşmüştür. Bugün camiler; hayatın, tarihin kalbi olma işlevini yerine getirebiliyor mu, bugünün dünyasını şekillendirebilecek bir kültür ve medeniyet tasavvurunu inşa edebilir mi?
İslam medeniyeti için bir cami medeniyeti veya camilerde de namaz kılındığı için bir namaz medeniyeti ismini verebiliriz rahatlıkla. Efendimiz (s.a.s.) Mescid-i Nebi’de sadece namaz kılmadı ve beş vakit namaz kıldırmakla yetinmedi. Devlet işlerinin tamamını orada görüyordu. Yabancı devlet adamlarıyla orada görüşüyordu, eğitim orada yapılıyordu, Ashab-ı Suffa orada eğitiliyordu; hatta kenarında üstü açık sofa gibi bir yer yapılmıştı. 400 kadar Ashab-ı Suffa orada kalıyordu. Dayanışma oradaydı, İslam ordusu cihada orada hazırlanıyordu. Eğitim, tebliğ, sohbetler orada yapılıyordu. Hayatın merkeziydi, daha doğrusu İslam toplum hayatının kalbi cami idi, Mescid-i Nebi idi. İslam toplumları da, İslam devletleri de onu örnek alarak şehirlerini kurarken, İslam şehirlerine bakınız; şehirlerin odağında cami vardır. Kıbleye dönük olan camiler ve evlerin yönleri kıbleye dönük, onun etrafında camilerin etrafında medreseler, darulkurralar, yetimhaneler, şifahaneler vs. hepsi bunun etrafında halkalanırdı. Dolayısıyla İslam şehirlerinde yerleşim birimlerinde hayatın kalbi, merkezi camiydi. Bu tabii günümüzde bu hâlden çıktı. Camiler paranteze alındı maalesef. Sadece beş vakit namaz kılınan yerler hâline geldi. Özellikle eğitim istişare ve hatta din adamlarının orda mahallenin her türlü sorunuyla ilgilenen, namaz üzerinden hayata müdahale edici ve yön verici boyutları ikinci planda kaldı. Bu yüzden biz günümüzde biraz etkisiz kaldık, Modernizm maalesef camilere olan ilgi ve alakayı ciddi manada, özellikle gençlerin ilgisini azalttı. Dolayısıyla şu an camilerden koptuk. Şu an Diyanet’in, sivil toplum kuruluşlarının İslam’a hizmet için çaba sarf eden bütün bireylerin, kurumların camileri yeniden hayatın merkezine oturtmak için cami merkezli bir hayatı yeniden inşa etmek için ortak bir çaba sarf etmeleri hatta bu konuda bir seferberlik ilan etmeleri gerekiyor vesselam.
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Diyanet İşleri Başkanlığımızın son yıllarda gerek bu haftalar (Camiler Haftası, Kutlu Doğum Haftası) ki her biri bazen bir ay boyunca yapılacak faaliyetlere dönüşebiliyor. Değişik vesilelerle yaptığı bu tür çalışmalar, ramazan ayında yapılan çok çeşitli faaliyetler, yine bizim Diyanet İşleri Başkanlığı ile “namaz gönüllüleri” olarak birlikte organize ettiğimiz İstanbul’dan başlayarak bayram namazı organizasyonları bütün bunlar aslında son derece güzel gelişmelere aday gözüküyor inşallah. Bu cümleden olarak Başkanlığımızın son yıllarda yaptığı çalışmalar gerçekten başarılı ama Türkiye’de medya özellikle sosyal medya, sanal âlem insanlar üzerinde o kadar etkili ki bu gürültü patırtı arasında hele hele bazen siyaset bazen magazin bazen spor gündemi bazen ekonomik şartlar insanı o kadar etkiliyor ki, bizim söylediklerimiz bütün bu anafor içerisinde kaybolup gidebiliyor. Daha kalıcı, daha etkili, insanımızı daha yakalayıcı ve sarsıcı biçimde etkin hâle getirmenin yollarını sadece Diyanet’e yüklemeden, hep beraber bütün kurumlar olarak bulmamız gerekiyor.
Sayın Hocam, bize vakit ayırıp bu değerli düşüncelerinizi bizlerle paylaştığınız için size çok teşekkür ederiz.