Makale

Şükür Uzerine

Şükür Uzerine

Dr. İlhami AYRANCI

Gönül dünyasında huzur bulmak isteyen de, ahiret yurduna azık hazırlamak isteyen de şükrü ihmal etmemelidir. Çünkü şükür, bu dünyanın tutunabileceğimiz en sağlam kulpu, ahiret yurdunun da en önemli azığıdır.


Elli yıl önceki Türkiye bugün ile kıyas bile edilemez. Herkesin mümkün mertebe kendi yağı ile kavrulduğu, harcamaların olabildiğince kısıtlı tutulduğu bir zaman dilimidir o günler. Bizim çocukluk yıllarımızda Anadolu insanı kendi yetiştirdiği buğdaydan elde ettiği bulgur pilavı yer, pirinç pilavı ise ancak özel zamanların lüks yiyeceği olarak düşünülürdü. Bu sebeple olsa gerek, çocukluk yıllarımın unutamadığım anılarından birisi de şehre geldiğimizde lokantada yediğimiz yemeklerdir. Lokantada hangi yemek yenilirse yenilsin ardından pirinç pilavı yemek şart diye düşünürdüm o yıllarda. Garsonların lokantanın bir başından öbür yanına “Çek bir pilav” deyişleri hâlâ kulaklarımdadır. İşlerini o kadar hareketli, o kadar sükseli yaparlardı ki seyrine doyum olmazdı.
Kabuğu ayıklanmamış pirince çeltik denildiğini bilirsiniz. Garsonun “çek bir pilav” diye haykırdığı ve insanların da birkaç dakika içerisinde yiyip tükettiği çeltiğin toprağa ekilişinden sofralarımıza pirinç pilavı olarak gelme aşamasına kadar altı aylık bir süreden daha fazla bir zamana ihtiyaç duyulduğunu bilmezdim o zamanlar. Sürekli su altında yetişen bir bitki olan çeltiğin yeterli suyu tutabilecek biçimde setlerle çevrili ‘tava’ adı verilen toprak bölmeler içerisinde yetiştirildiğini, tohumların ekiminden önce iki gün boyunca su içine konulup ön çimlendirme yapıldıktan sonra o zorlu merhalenin başladığını kısa bir zaman önce öğrendim. Çeltiği bulanık sulara bata çıka eken, çamurun içinde bin bir zahmetle bakımını yapıp yetiştiren nasırlı ellere şimdilerde daha bir saygı duyuyorum.
Bütün bunları öğrenince, pirinç gibi kadrini kıymetini bilmediğimiz nice nimetin, nice değerin olduğunu, sayılı günlerle sınırlı ömrümüzü hoyratça bir tutum içerisinde geçirdiğimizi düşündüm.
Her birimizin kendine göre bir meşgalesi var. Bu telaş içerisinde hayatımızın anlamı olarak nitelediğimiz ve kendimize koyduğumuz hedeflerin peşinde kim bilir neleri ıskalıyor, hangi ihmalleri yaşıyoruz. Başlangıçta insani bir duygu gibi algılanan ama bir türlü bitip tükenmeyen bu arzular, gemlenemeyen ve her zaman diliminde bizi insanlığımızdan biraz daha uzaklaştıran ihtiraslara dönüşüyor. Artık otokontrolü kaybettiğimiz için durulacak yeri de bilemeyecek hâle gelebiliyoruz. Merhum Ali Fuat Başgil, “Gençlerle Başbaşa” isimli eserinde; “Çalış fakat haris olma. Haris insan eğeyi yalayan kediye benzer. Dilinden akan kanı yalar da haberi olmaz.” der ihtirası tanımlarken.
İhtiras ve tamah manevi bir hastalıktır. İnsanların çoğu rızık endişesi ve şeytanın fakirlikle korkutmasına kanarak bu hastalığa tutuluverir. Doğrusunu isterseniz, tüketim toplumunda bu imtihandan yüz akıyla çıkmak çok da kolay değildir. Söz konusu bu rahatsızlığın ilacı ise şükür ve kanaattir. Ancak şükür ve kanaattir ki insanı rahatlatır, endişelerini giderir. Hiç aklımızdan çıkarmamamız gereken husus, Rabbimizin Rezzak-ı Âlem olduğu ilahî gerçeğidir. O, rızka kefildir. İnsana düşen, elinden geleni, yani görevini yaptıktan sonra O’na tevekkül etmektir.
Rezzak olan Allah, (c.c.) biz insanoğluna bildiğimiz bilmediğimiz nice nice nimetler vererek kendisine şükredilmesini istemiş, nankörlük edilmemesi konusunda uyarmıştır. (Bakara, 2/152.) Ne var ki insanların çoğu şükürden uzaktır. (Bakara, 2/243; Neml, 27/73.)
Peki, şükür ne demektir? Şükür, nimetin kadr ü kıymetini bilmek, nimet sahibine minnet duymak, nankör olmamak demektir. Kul, Allah’ın lütuf ve nimetlerini dile getirir, nimetin gereğini yaparsa, şükretmiş olur. Bir kimsenin gördüğü nimete/iyiliğe karşı şükretmesi, bir kulluk görevi olmakla birlikte her şeyden önce İnsani ve ahlaki bir görevdir.
Bir düşünelim; altı aydan daha uzun bir sürede bin bir zahmetle üretilip özenle hazırlanarak soframıza gelen ve arka planını hiç düşünmeden bir iki dakikada tükettiğimiz pirinç misali değerini layıkı ile takdir edemediğimiz daha neler var hayatımızda? Mülkün sahibi, iman, akıl, onur ve sıhhat başta olmak üzere istediğimiz her şeyi verdi bize. Bizi yaratılmışların en üstünü olarak gönderdi bu âleme. Onun bütün nimetlerini saymaya kalksak sayamayız. Ancak yine de nankörlük ediyoruz. (İbrahim, 14/34.) Çünkü insan nankördür Rabbine! (Adiyat, 100/6; Abese, 80/17.) Oysa kazanacak olanlar, nimetin şükrünü eda edebilenlerdir. Çünkü Rabbimiz şükredenleri mükâfatlandıracağını müjdelemektedir. (Âl-i İmran, 3/144,145.)
Peki, sahip olduklarına şükredemeyenlerin gönül huzuru duyabilmesi mümkün müdür?
Kim ne derse desin, mali durumu, makamı, yaşı, cinsiyeti ne olursa olsun; şükür lezzetini tatmadan bir kimsenin mutlu olacağına, huzurlu olacağına, sağlıklı olacağına, güzel bir hayat yaşayacağına ve çevresine faydalı olabileceğine inanmıyorum ben.
Gönül dünyasında huzur bulmak isteyen de, ahiret yurduna azık hazırlamak isteyen de şükrü ihmal etmemelidir. Çünkü şükür, bu dünyanın tutunabileceğimiz en sağlam kulpu, ahiret yurdunun da en önemli azığıdır.