Makale

Evden konuta, yaşamaktan barınmaya, insanın ve evin dönüşümü

Evden konuta, yaşamaktan barınmaya, insanın ve evin dönüşümü

Fatih Kucur

Sosyal Politikalar Uzmanı

Ev kelimesi insanda bir sıcaklık bir özlem oluşturur. Gurbet, evden uzakta olmaktır. Nereye gidersek gidelim, nerde yaşarsak yaşayalım eve dönmek isteriz hep. Ev bizi saran, kuşatan, koruyan, bize güven veren kaledir. Bu kale sarsılır ve yıkılırsa yıkılır insan ve toplum. Evsiz insan sürgündür, düşkündür. Kadim kültürlerden beridir, hayatın inşa edildiği, değerlerin kazanıldığı, kültürün aktarıldığı bir temel kurum, ilk mektep, ilk gülüş, ilk güven, ilk sevgi, ilk saygı, ilk sıcaklık, ilk bağlanma, ilk coşku, birlikte yaşam, kısacası insan özelinde tüm toplumun temellerinin atıldığı bir ana kurumun/ailenin çatısıdır ev.
Ev ailedir. Anadolu’nun bazı yörelerinde eş kelimesi ev kelimesi ile eş anlamlı kullanılmaktadır. Bu yüzden evlenmek kelimesi, aile kurmak anlamındadır bizim kültürümüzde. Ev olmak bir aile olmaktır. Bunun yanında birliğin, beraberliğin, olgunlaşmanın mekânıdır ev.
Ancak modernleşme sürecinin, kırdan kente, kentten büyük kente sürüklediği insan, her adımda “ev”in anlam kaymasına şahit olmuş ve çoğu kez başını sokabileceği herhangi bir yapıya ev demek zorunda kalmıştır. Bu toplumsal sarsıntı, birçok kadim değeri yerinden oynatmış ve sonuçta geleneksel anlamından uzak bir ev kavramının doğuşuna da ortam hazırlamıştır.
Artık günümüzde modern diye başlar çoğu şey. Modern zaman, modern insan, modern giysi, modern şehir, modern düşünce ve nihayet ev de moderndir artık. Modern kelimesi büyülü bir kelime gibi neyin başına gelse bir gelişme, bir iyileşme, bir ilerleme bir övünç kaynağı olur çoğu kez.
İşte bu her şeyin başına gelen “modern” evin başına da geldi ve evimiz “modern ev” oldu. Peki, ne değişti? Nasıl değişti? Sonuçta neredeyiz?
Modern olan, kadim olandan bir kopuştu ve köksüzlüğe doğru evirildi. Modern kelimesinin moda kelimesiyle ilişkisi hatırlanır ve bu köksüzleşmenin mobil olmayı, hızlı değişimi kolaylaştırdığı ve dolayısıyla tüketime bir dinamizm kazandırdığı düşünülürse ve bir de bütün bunlar ekonomi ile ilişkilendirilirse modernin ne olduğu biraz daha anlaşılır olmaktadır. Modern olan gelenekten uzaklaşır ve hatta kopar. Jacoby’nin ifadesi ile modernizm bir bellek yitirimi (Russel Jacoby; Belleğini Yitirmiş Toplum, Ayrıntı Yayınları, Ekim 1996.) sonucunda kendisine bir yol bulur ve orada büyür, gelişir. Gelenekten kopan modern, geleneklerin oluşmasını da engeller. bunun yerine trendler oluşturur. Kitleler bu trendler sayesinde sürüklenir. Evlerimizi de bu trendler belirler.
Bu kökten sıyrılma, “bağımsızlık” ve “özgürlük” evden de kaçışın yolunu açmıştır. Ev özgürlüğün alanı olmaktan çıkmış, tutsaklık alanına dönüşmüştür. Bu yüzden daha az yaşanılır bir yer hâlini almıştır. Zaten modern insan yaşamını dışarıda kurgulamıştır. Kadın, erkek ve çocuk için evde olmak arızi bir durumdur, asıl olan dışarıda olmaktır. Çünkü dışarı görünebilmenin ve yükselebilmenin alanıdır. Ev ise gözden ırakta olmanın, işlevsizleşmenin ve hatta gittikçe değersizleşmenin alanıdır.
Dolayısıyla ev/aile artık bir eğitim ve kültür aktarımı kurumu olma özelliğini de kaybetmektedir. Bizi ve çocuğumuzu eğiten ve yönlendiren dışarısıdır. Evin bu azalan değeri evin çevresiyle ilişkilerini de azaltmıştır. Öyle ki ‘ev alma komşu al’ deyişiyle ünlenmiş bir kültürün vardığı nokta bugün erimiş bir çevresel ilişkidir. Evin bu çevreyle azalan ilişkisi, mahalle kavramının da ortadan kalkmasına dolayısı ile toplumsallaşmanın azalmasına yol açmıştır ve ciddi güvensizlik ortamları oluşturmuştur. Hiç şüphesiz ki modern insan gün geçtikçe daha da asosyalleşmektedir. Modern hayatta ilişkiler çoğunlukla sadece iş ve zorunlu ihtiyaçlar üzerinden şekillenmektedirler. Bunun dışında ise modern yaşam insandan ve toplumdan bir kaçıştır.
Bu toplumsal çözülüş şehirlerin ve yaşam alanlarının inşasına da yansımaktadır. Şehirler, evler, artık insanı, doğayı, kültürü merkeze alan bir anlayışla inşa edilmemektedir. Bu yüzden yaşlıların, kadınların ve çocukların modern şehirlerde yaşamları oldukça zorlaşmaktadır çünkü bu şehirlerde öncelikler farklıdır. Günümüz şehirleri daha çok ekonomiyi ve hızı/ulaşımı/iletişimi merkeze alarak inşa edilmektedir. Dolayısıyla daha rahat ulaşım adına mesela bütün bir tarih, kültür veya doğa yok edilebilmektedir. Bunların yok edilmemesi ise ancak daha büyük bir ekonomik kazanca (turizm vb.) çevrilebilmesi ihtimali ile mümkündür aksi takdirde bu varlıklar çoğu kez bir anlam ifade etmemektedir.
Sonuç olarak modernizmin bu yıkıcı etkisi bütün taşları yerinden oynatmış ve gelinen noktada ev kavramı da oldukça değişmiştir. Dikey inşa edilen ve katmanlardan (Aynı bina içerisinde dahi oturduğumuz kata ve hatta gördüğümüz manzaraya göre bile toplumsal sınıf farklılıkları/katmanlar ortaya çıkabilmektedir.) oluşan standardize edilmiş binalar/evler gün geçtikçe şehir mimarisinin en görünür yüzleri olmuştur. Oysaki insanın evi sadece içinde bulunduğu yapı değil aynı zamanda bu yapının üzerine oturduğu çevredir. Güven ve güvenlik duygusu bu çevresel faktörlerle daha da güçlenmekte ve evde olmak ancak bu şekilde daha anlamlı olmaktadır. Bu çevresel gerekliliktir ki bugün ciddi güvenlik sorunlarının oluştuğu şehir merkezlerinden sitelere, rezidanslara kaçışı hızlandırmıştır. Buralarda şehrin o güvensiz ortamından yalıtılmış bir çevre ile birlikte ev kavramı yeniden düşünülmüştür. Ancak bu yalıtılmışlık da farklı sosyal sıkıntılara yol açmış, toplumun gelir durumuna göre katmanlara ayrılmasına ve aynı şehirde paralel toplum modellerinin/dünyaların oluşmasına yol açmıştır.
Bunun dışında daha önce de belirtildiği gibi şehirlerde sırf ev olsun diye yapılmış standardize edilmiş seri binalar gittikçe yaygınlık kazanmıştır. Bu yapılaşma biçiminde gerek büyük şehirlere doğru göç akımları sonucundaki nüfus patlaması gerekse yapı ve arsa maliyetlerinin yüksekliğinin etkisinin yanında ‘emlak’ın ekonomik bir yatırım aracına dönüşmesi de etkili olmuştur. Bu ise daha küçük ve tıkış tıkış binaların ortaya çıkmasına sebep olmuş ve böylelikle hem çevre/doğa hem ev kavramı katledilmiştir. Bu yapılaşma biçimlerinde evlerin mahremiyet alanı olmaktan hızla çıktıkları da muhakkaktır. Çünkü bu yapılaşma biçimi geçirgen bir yapıya sahiptir ve bir ev birçok göz ve kulak tarafından takip edilmektedir. Büyük şehirlerdeki daralan bu mahrem alan, evi küçültmüş ve hatta yer yer modern insanı “evsiz”leştirmiştir. Evler yaşam alanı değil bir barınma alanına dönüşmüştür.
Kısacası bugün gelinen noktada ev hayatımızın merkezinde değil kıyısındadır. Şehir insanı olarak bizlerin ise tüm bu kargaşadan kaçıp gidebilecek bir evi yoktur artık. Bu yüzden şehirli insan hep uzaklarda sakin bir yerlerde kendini dinleme/kaybolma/gözden ıraklaşabilme hayalindedir. Son yıllarda ülkemizde hızla yaygınlaşma eğilimi gösteren tatil anlayışı da yine bu evsizleşmenin ve ortada kalışın bir sonucudur.