Makale

Asıl Savaş İçimizde Farkında mıyız?

Asıl savaş içimizde, farkında mıyız?

Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
ihkarsli@diyanet.gov.tr


“Allah’a itaatsizlikten sakınan takva sahibi müminler, (öfke, nefret, hiddet gibi) şeytani bir kışkırtmaya maruz kaldıklarında sağduyu ile düşünüp hemen gerçeğin farkına varırlar.” (A’râf, 7/201.)


Hak-batıl, tevhit-şirk mücadelesinin asıl kaynağı dışarıda değil, insanın iç dünyasındadır. En büyük tuzaklar orada kurulmakta, en sinsi hesaplar orada yapılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber’in bir savaş sonrasında şu uyarıyı yaptığı nakledilir: “Şimdi küçük savaş bitti, büyük savaşa dönüyoruz.” (Keşfü’l-Hafa, 1/486.) Bu rivayet her ne kadar sahih kaynaklarda yoksa da, önemli bir hakikate işaret etmektedir. O da, müminin nefsiyle olan amansız mücadelesidir. Bu bakımdan insanın bir iç duyarlılığa sahip olması son derece önemlidir. Çünkü savaşı kazananlar, öncelikle böyle bir savaşın içerisinde bulunduklarını fark edebilenlerdir.
İnsan, kendi iç dünyasında durmadan dinlenmeden şirki ve şerri telkin eden bir nefsin yuvalandığını unutmamalıdır. Evet nefis, insanın dizginlerini ele alıp onu isyan batağına sürükleyebilmekte (Câsiye, 45/23.) dünya ve ahirette onu en ağır iflas ve hüsrana uğratabilmektedir.
İnsanın iç dünyası, bir başka yönden, hak ve hakikate götüren tecellilerin neşvünema bulduğu yerdir. Çünkü Yüce Mevla’mız bizi destekleyeceğini, iç ve dış dünyada bize ayetlerini göstereceğini vaat etmektedir. (Fussılet, 41/53.) Elbette ki bu, deruni hayatımıza önem verdikçe, orada manevi bir iklim oluşturmaya gayret ettikçe elde edeceğimiz bir sonuçtur. Dolayısıyla bizler, kendini keşfetmeye, oradaki güzelliklerin farkına varmaya çalışan, âdeta deryada inci, mercan toplayan dalgıçlar gibiyiz.
Öyleyse rahmani değerlerin yayılmasını, fitne ve fesadın ortadan kalkmasını isteyenler, işe kendi nefislerinden başlamalıdırlar. Peygamberlerin metodu da zaten bu değil miydi? Ne var ki Müslümanlar bazen, kendi iç dünyalarında olup bitenlere karşı ilgisiz ve duyarsız kalmaktadırlar. Manevi olgunlaşma ve tekâmülün mutlaka bir içsel denetimi gerektirdiğinin sanki farkında değillerdir.
İlahî dinler, özellikle insanın nefis ve şeytanla yaptığı mücadeleye dikkat çeker ve onu uyarırlar. Ölüme değin sürecek büyük bir savaşa sahne olduğunu daima ona hatırlatırlar. Ta ki gaflete düşmesin. Hak diye batılın, şeytani ve nefsani çağrıların peşinden sürüklenmesin. Neticede kendisine karşı oynanan oyunun kurbanı olup dünya ve ahiretini heder etmesin.
Başta peygamberler olmak üzere onların yolunu izleyen salihler ve muttakiler, bahsedilen bu deruni murakabe ve duyarlılığın örnek kahramanlarıdır. Kur’an, müminlerin de mutlaka bu özelliğe sahip olmalarını emreder. Cennetlere nail olanların, nefis ve hevasının kötü arzularına kapılmayan kimseler olduklarını söyler. (Nâzi’ât, 79/40-41.)
Allah’a sığınıp korunma gayretinde olan muttakiler, nefislerinden gelen şeytani çağrılara karşı son derece uyanıktırlar. Dolayısıyla en sinsi telkin ve tuzakların dahi farkındadırlar. Dış dünyadaki gelişmelerin içteki yansımasını gözden geçirir ve hassas bir elemeye tabi tutarlar. Çünkü onlar biliyorlar ki, iç dünyalarında olup biten hiçbir şey anlamsız değildir. Her ses ve fısıltı bir mesaj taşımakta; kendilerini ya melekleşmeye ya da şeytanlaşmaya çağırmaktadır.
A’raf suresi 201. ayet-i kerimede bu kimselerin durumu şu şekilde ortaya konur: “Allah’a itaatsizlikten sakınan takva sahibi müminler, (öfke, nefret, hiddet gibi) şeytani bir kışkırtmaya maruz kaldıklarında sağduyu ile düşünüp hemen gerçeğin farkına varırlar.” Görüldüğü gibi, takva şuuruna sahip müminlere, neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda bir kavrayış ve feraset derinliği kazandırılmaktadır. Nitekim bu konu, bir başka ayette “furkan” kelimesiyle ifade edilmektedir. (bk. Enfâl, 8/29.)
Peygamberler, her konuda olduğu gibi içsel murakabe konusunda da bizlere örnek olmuşlardır. Mesela Hz. Yusuf... Mısır ülkesinde vezirin eşi Züleyha ona fena sevdalanmıştı; âdeta deli divane olmuştu. Hatta onu elde edebilmek için her türlü hileye başvurmuştu. Ancak her seferinde o, nefsinden gelen arzu ve dürtülere direnmiş, bundan Allah’a sığınmıştı.
Bir defasında kadın, kendisini hapse attırmakla ve orada süründürüp perişan etmekle tehdit etmişti. Ancak Hz. Yusuf, bütün bu tehditlere rağmen Allah’a sığınmış ve şöyle yalvarıp yakarmıştı: “Ya Rabbi! Zindan, bu kadınların beni davet ettikleri o işten bana daha sevimlidir. Eğer sen onların fendini benden uzaklaştırmazsan, onlara meyledip cahilce davrananlardan olabilirim." (Yusuf, 12/33.) Yine Hz. Yusuf’un hayatı boyunca nefsiyle yaşadığı o zorlu imtihanı şu ifadelerle dile getirdiği görülür: “Doğrusu, ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder.” (Yusuf, 12/53.)
Yine Kur’an, hastalıklara karşı gösterdiği olağanüstü metanetle Hz. Eyyub’un örnek tavrını bizlere tanıtır. Sabır timsali bu yüce insan, bir taraftan hastalığın getirdiği acı ve elemlere direnirken, diğer taraftan da şeytanın iç dünyasında ekmeye çalıştığı şer tohumlarını yok etmek mecburiyetinde kalır ve Rabbine şöyle yalvarıp yakarır: “Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi.” (Sad, 38/41.)
İnsan musibetlerle imtihan edilebileceği gibi, servet, sağlık, mevki, makam vb. hayırlarla da imtihan edilebilmektedir. En sinsi olanı da insanın bollukla ve nimetle bir denemeye tabi tutulmasıdır. Kur’an bu konuda olumlu ve olumsuz iki örneği bizlere hatırlatır.
Olumsuz örneğin timsali efsanevi zengin Karun’dur. Ancak o, sahip olduğu sınırsız nimeti Yüce Yaratıcı’nın bir lütfu ve ihsanı olarak görmemiş, yaşadığı bütün güzellikleri kendinden bilerek imtihanı kaybetmiştir. Nitekim Kur’an konuyu onun dilinden bizlere şu şekilde anlatır: “Bunlar bana bilgim ve becerimden dolayı verilmiştir.” (Kasas, 28/78.)
Olumlu örneğin timsali de Hz. Süleyman’dır. O da, eşsiz mucizelere, hiçbir peygamberin nail olmadığı görkemli saltanat ve imkânlara mazhar olmuştu. Kendisine lütfedilen mucizelerden biri de, isteği üzerine, oldukça uzaklarda bulunan Kraliçe’nin tahtının, bir anda kendi huzuruna getirilmesidir. İşte konumuz açısından önemli olan onun bu olaya verdiği şu tepkidir: “İşte bu Rabbimin bir lütfudur ve bu lütuf, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğimi sınamak içindir.” (Neml, 27/40.)
Görüldüğü gibi, Hz. Süleyman’ın varlık ve nimet karşısındaki tutumu farklı olmakta, bir sınanma kuşağında bulunduğunu hemen fark edebilmektedir. Yüce Mevla bizleri dünyaya takılıp kendini unutanlardan eylemesin!