Makale

Batı'nın son bulmayan iddiası/iftirası: İslam ve Şiddet

Batı’nın son bulmayan iddiası/iftirası: İslam ve şiddet

Prof. Dr. Ali Erbaş
DİB Eğitim Hizmetleri Genel Müdürü

İslam’ı ve Müslümanları yıpratmak için pek çok iddia ve iftira Ortaçağ’dan bugüne Batı’da süregelmektedir. Ortaçağda özellikle Hz. Peygamber’e kitap ve makalelerle yapılan bu iddia ve iftiralar modern dönemde karikatür ve filmlerle devam etmekte, İslam ve Müslümanlar şiddet ile özdeşleştirilmektedir. Öyle ki, bu konularda en çok dikkatli olması gereken Kilise’nin başkanı dahi bu iftiraya alet olmuştur. Nitekim bundan 6 sene önce Roma Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri Papa 16. Benediktus 12 Eylül 2006 tarihinde Almanya ziyareti sırasında Regensburg İlahiyat Fakültesinde akademisyenlere hitaben yaptığı bir konuşmada, İslam Dini ve onun peygamberi Hz. Muhammed ile ilgili Müslümanların tepkisini çeken bir iddiaya yer vermişti. Konuşmasında “Muhammed dünyaya şiddetten başka ne getirdi ki” diyerek İslam’ı şiddet ve kılıç zoruyla yayılmayı ilke edinmiş bir din gibi sunmaktaydı. Vatikan Basın Bürosu ve diğer Katolik yetkililer, Papa 16. Benediktus’un Müslümanları incitmek gibi bir niyetinin bulunmadığını, sözlerinin yanlış anlaşıldığını, sadece şiddet ile dinin birbiriyle bağdaştırılamayacağını söylemeye çalıştığını ileri sürmüşlerdi. Onlar her ne kadar Papa’nın gafını kapatmaya çalışsalar da esasında bu anlayış Hristiyan Batı’nın şuuraltında var olan genel düşüncenin en üst seviyede açığa vurulma hâliydi. Bu tür açıklamalar bugün dahil konunun sürekli kullanılmasını ve başka insanlar tarafından da benzer iftiraların ortaya atılmasını tetiklemektedir. Bütün dünyada bir islamofobia oluşturmayı hedefleyen anlayış dün Danimarka’da, bugün Amerika’da farklı metotlarla ortaya çıkmış, yarın belki başka bir ülkede kendisini gösterecektir.
İslam’ın kılıçla ve şiddetle yayıldığını söylemek ona yapılabilecek en büyük haksızlıklardan biridir. Zira Hz. Peygamber Mekke’de doğmuş, yetim olarak büyümüş, güç odaklarıyla asla beraber olmamış, hep gariplerin, kimsesizlerin, köle ve fakirlerin yanında olmuş, onların gönüllerini kazanmıştı. Eğer amacı dünyevi bir lider, bir şöhret sahibi kimse olmak olsaydı, 13 yıllık Mekke döneminde kendisine teklif edilen ve bir insan için hayatta en cazip şeyler denilebilecek bütün teklifleri reddetmezdi. Güç odaklarıyla beraber olur, onların zaten dünden razı oldukları şiddet anlayışlarını kullanarak bölgenin en muktedir lideri olabilirdi. Bunların hiç birisine tenezzül etmeyerek, “ayı sağ elime, güneşi de sol elime verseniz yine bu davadan vazgeçmem” (İbn Esir, el-Kamil, II, 64.) diyerek ezilmişlerin, mazlumların, kimsesizlerin, kölelerin, haksızlığa uğrayanların sığınağı oldu.
Ne peygamberlik öncesi, ne peygamberlik sonrası hiç kimseyi kırdığına kimse şahit olmamıştı. Daha Medine’ye hicret etmeden oradaki insanlardan bir kısmı onun gönderdiği mesajların etkisi ile Müslüman olmuşlardı. Hicret ederek Medine’ye yerleşmesine hiç kimse engel olmamış, engel olmak bir yana onun Medine’ye girişini büyük bir sevinç ve heyecanla karşılamışlardı. Medine’de tarihte benzerine pek rastlanılmayan bir kardeşlik örneği başlatmıştı ki, Mekkeli bir aile ile Medineli bir aileyi kardeş ilan etmişti. Medinelilerin göstermiş oldukları kardeşlik ve yardım onların tarihte asla unutulmayacak ve kendileri için alem olan bir ismin doğmasına vesile olmuştur: Ensar.
Sadece Müslümanlar arasında değil, diğer din mensupları ve müşrik kalanlar ile de birlikte yaşamanın en iyi örnekleri diyebileceğimiz sahneler sergilenmiştir. Medine nüfusunun yarısına yakını Yahudi idi. % 35 Müslüman ve % 15 de müşrik olarak kalan vardı. Hz. Peygamber tarihte “Medine Sözleşmesi” adıyla yerini almış olan 52 maddelik anlaşmayla farklı inançtaki insanların bir arada yaşaması imkânının temellerini atmıştı. Esasen “dinlerarası diyalog” veya “kültürlerarası diyalog” üzerinde çalışanların başvurmaları gereken en önemli örneklerden birisiydi bu. Mekke’de kabileler arasında bile onlarca yıl süren savaşların olduğu bir anlayıştan gelen insanlardan oluşan bir toplumda böyle bir medeniyet anlayışının doğuyor olması büyük bir dönüşüm idi.
“Kendisine kız çucuğu doğduğu haberi verilen bir kimsenin utançtan yüzünün simsiyah kesildiği” (bkz., Nahl, 16/58.), “Kendisine verilen haberin sevimsizliğinden dolayı kavminden gizlenmek istediği, onu, hakarete katlanarak yanında mı tutacak, yoksa toprağa mı gömecek” (bkz., Nahl, 16/59.) ikilemi ile karşı karşıya kaldığı bir toplumu, “eşlerinizle güzel geçinin” (bkz., Nisa, 4/19.) “Sizin en hayırlınız kadınlarına karşı en hayırlı olandır.” (Tirmizî, İman 6; Ahmed, VI, 47,99.); “Üç, iki, ya da bir kız çocuğu olup da onları iyi bir şekilde yetiştirip eğitimini vererek hayata hazırlayan anne-babalar için cennette beraberiz.” (Müslim, Tirmizi.); “Cennet annelerin ayakları altındadır.” (Nesai, Cihad, 6.) gibi sözlerle ve Veda Haccı’nda okuduğu hutbede “kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır…” manifestosuyla şiddet toplumundan sevgi toplumuna dönüştürmeye çalışması onun büyük bir sevgi insanı olduğunun en belirgin delilleridir. Hz. Peygamber “sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olamazsınız.” (Buhari, İman, 6-7.) sözüyle âdeta bu anlayışı taçlandırıyor ve sevgi medeniyetinin temellerini atıyordu.
Savaş deyince şiddet kelimesinin akla gelmesi pek tabiidir, ancak Hz. Peygamber’in hayatında ve bizatihi iştirak ettiği üç savaşın üçünde de onunla şiddeti yan yana getirecek bir olguya da rastlamak imkansızdır. Zira her üç savaşın da sebebi Hz. Peygamber ve Müslümanlar değildir. Mekke ile Medine arası yaklaşık 500 km’dir ve her üç savaş da Medine’nin hemen yakınlarında olmuştur. Yani düşman yaklaşık 500 km uzaklıktaki Mekke’den çıkmış, Medine şehrinin kıyısına kadar gelmiştir. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları birer savunma savaşıdır. Müslümanlar kendilerini ortadan kaldırmak için gelen düşmana karşı şehrini, evlerini ve kendilerini savunmak zorundaydılar. Ve öyle de oldu. Bedir’de alınan esirler kendilerine verilecek cezanın korkusu içerisinde beklerken “okuma yazma bilmeyen on kişiye okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılacakları” kararını öğrenince şaşkınlık içerisine girmişlerdi. Zira İslam öncesi uygulamalarda esirlere: “ölümlerden ölüm beğenin!” deniliyordu. Uhud savaşında Hz. Peygamber, çok sevdiği amcası Hz. Hamza’yı kaybetmişti. Ancak o, onu şehid eden Vahşi isimli köleyi affetti. (bkz. Mişkatü’l-Mesabih, 2/343.)
Hicretin sekizinci yılında Mekke fethedildi. Ancak ne bir savaş, ne de bir çatışma oldu. Hiçbir kimsenin burnu bile kanamadan Mekke, Müslümanlar tarafından teslim alındı. Bundan iki sene gibi çok kısa denebilecek bir zaman sonra Hz. Peygamber Veda Haccı’na geldiğinde 100.000’i aşkın Müslümana Arafat dağında hitap etti. Tek başına yola çıkan peygamberimizin bu kadar kısa bir zaman içerisinde yüzbinlerce insanın gönlünü nasıl fethettiğini çok iyi düşünmek gerekir. Daha sonraki otuz kırk sene içerisinde de İslam’ın yayılma alanı Bizans ve İran’dan Türkistan’a kadar birçok bölgeyi içine almaya başladı. Bu yayılmanın kılıç ve şiddet yoluyla olduğunu söylemek, İslam’ın gönle hitap eden yanını bilmemek, görmemek anlamına gelir ki, bu gerçekten büyük haksızlıktır. İslam’ın tebliğinde Hz. Peygamber’in “öğretiniz, kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhari, Cihad, 164.) metodu oldukça etkili olmuştur.
İslam hukukuna göre konuyu ele alacak olursak, gayrimüslimlerle ilişki konusunda teorik olarak üç seçenek vardır: 1. Çatışma, 2. İlgisizlik, 3. Diyalog.
İslam çatışmaya, savaşmaya mutlak olarak değil, şartlı olarak izin verir; şart da, karşı tarafın Müslümanlarla din veya toprak yüzünden savaşa girmesidir; yani Müslümanları dinlerinden döndürmek veya topraklarını ellerinden almak için savaş açmalarıdır. (bkz., Mümtehine, 60/8-9.) Bu takdirde Müslümanların kendilerini korumaları zorunludur. Böyle bir durum yoksa Müslümanlar, gayrimüslimlerle barış içinde yaşarlar. Gayrimüslimler yönünden açık ve kesin bir tehlike varsa bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için gerekli tedbiri almak da tabiidir. Ortada meşru ve zaruri bir sebep olmadıkça çatışma, şiddet, savaş İslam’ın tercihi değildir.
Yukarıdan beri yapmış olduğumuz değerlendirmelerde İslam’ın gerek kaynakları gerekse uygulamaları itibarıyla şiddete asla yer vermediği, inanç farkı gözetmeksizin “bir arada yaşama” tecrübesini en belirgin yönleriyle gösterdiği, “dinde zorlama”ya asla müsaade etmediği, akla ve düşünceye önem verdiği örneklerle anlatılmıştır. Esasında “İslam”ın terim anlamını dikkate alacak olursak “Silm” kökünden geldiğini ve “barış, kurtuluş, iyilik, güzellik, mutluluk…” gibi anlamlar taşıdığını belirtmeliyiz. Müslim ya da Farsça ve Türkçe’deki kullanımıyla Müslüman terimi de “barışçı insan” demektir. Yine aynı kökten gelen “selam” terimi de âdeta Müslümanların alamet-i farikalarından birisidir ki, birbirlerine selam veren kimseler “barış, sevgi, kurtuluş üzerine olsun” demektedirler. Nitekim Hz. Peygamber Müslümanı şöyle tanımlamaktadır: “Müslüman, elinden ve dilinden diğer insanların emin olduğu kimsedir.” (Tirmizi, İman, 12; Nesai, İman, 8.) Yani hem İslam ve hem de Müslüman terimleri şiddet bir yana, tamamen barış ve sevgi ile özdeşleşmişlerdir. Bu yüzden Rasulü Ekrem’in kurduğu medeniyetin diğer adı sevgi medeniyeti’dir.