Makale

Acıyı isyana dönüştürmemek

Acıyı isyana dönüştürmemek

Doç. Dr. Huriye Martı
DİB Aile ve Dinî Rehberlik Dairesi Başkanı

Derin bir hüzünle başını öne eğmişti Allah Rasulü. Evlat acısı yaşamak kolay mıydı? Henüz iki yaşını doldurmamış olan oğlu İbrahim kucağında can verirken Rahmet Elçisi’nin gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Onun bu hâli çevresindeki dostlarını da çok üzmüş hatta biraz da hayrete düşürmüştü. “Sen de mi ey Allah’ın Rasulü!” dediler. Belki nice zorluğa metanetle göğüs gerdiğine şahit oldukları Hz. Peygamber’in bir erkek olarak ağlamasına şaşırmış, belki de onun, ölünün arkasından feryat figan ederek ağlama geleneğini yasaklayan sözleriyle (Ebu Davud, Cenaiz, 24-25.) bu gözyaşlarını bağdaştıramamışlardı. Hâlini izah eden Rasul-i Ekrem’in cevabı, bütün şaşkınlıkları ve çaresizlikleri bertaraf edecek kadar açıktı: “Bu, merhamettendir. Göz ağlar, kalp hüzünlenir. Ama biz ancak Rabbimizin razı olacağı şeyleri söyleriz.” (Buhari, Cenaiz, 43.)
Bundan yaklaşık bir buçuk yıl önce ashabına sevinç içerisinde bir oğlu olduğunu müjdeleyen Peygamber Efendimiz “Bu gece bir oğlum doğdu; ona atam İbrahim’in adını verdim.” demişti. (Müslim, Fedail, 62.) Yavrusunu o günün âdeti ile bir sütanneye vermiş, eşini ve oğlunu sık sık ziyaret ederek hediyeler getirmiş, hatta kendisine benzediğini söylediği İbrahim’i kucaklamış, koklamış, öpmüştü. (İbn Sa’d, Tabakat, I, 137.) Şimdi onun son nefesini veren bedenine bakarken “İbrahim, biz senin aramızdan ayrılışından dolayı çok hüzünlüyüz.” diyordu…
Sevdiklerinin ölümü, belki de hayatta insanın canını en çok acıtan hâdisedir. Ayrılığın soğuk yüzü ile karşılaşmak, sabır gibi ağır bir sorumluluğun altında ezilirken isyana sürüklenmemek hepimiz için son derece zordur. Hâlbuki iman etmiş kullar için ölüm her ne kadar bir ayrılık gibi görünse de aslında bir kavuşmadır. Sevdiklerinden ayrılan canlar, sonsuz hayatın başladığı yerde Rablerine kavuşmuştur. Arkada kalanlar içinse üzüntü ile yoğrulan bir imtihan başlar.
İşte bu noktada Peygamber Efendimiz bizlere acıyı sükûnet ve vakar ile karşılamayı tavsiye eder. Musibetler karşısında mümince bir duruşu öğretir. Acımız gözyaşına dönüşse de gözyaşımızın isyana, isyanın taşkınlığa dönüşmemesi gerektiğini anlatır. Yüreğimiz acının kıskacında ezilse de belimiz zahmet yüküyle bükülse de dilimizden bizi bu imtihan dünyasına gönderen Rabbimize karşı en ufak bir isyanın dökülmemesi gerektiğini hatırlatır. Sonra da buyurur ki, “Müslümanlar benim başıma gelen musibetlere bakarak kendi musibetleri karşısında güçlü olsunlar.” (Muvatta’, Cenaiz, 14.)
Evet, Kur’an-ı Kerim’in de anlattığı üzere, tarih tablosunda en ağır imtihan tasvirleri peygamberlerin hayatlarına aittir. En iyiler en çok sınananlar ise, sınanmanın cezalandırılmakla ilgisi yoktur. “Ben ne yaptım da Allah bu dertleri başıma yağdırıyor” demek, imtihan dünyasına doğduğunu unutmaktan başka nedir ki? Ruhsal, fiziksel ve ekonomik sıkıntılar, kaza ve felaketler, hastalık ve geçimsizlikler insanı dört bir yanından öylesine kuşatmıştır ki, birinden kurtulsa diğerine düşmesi kaçınılmazdır. O hâlde Allah Resûlü’nü hayatına model olarak seçen bizler, imtihanın ne zaman ve ne şekilde geleceğini bilemediğimizden “Hanginizin daha güzel işler yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” (Mülk, 67/2.) ayetini daima aklımızın bir köşesinde tutarız. Ve eşsiz örneğimizin tavsiyesi üzerine başımıza bir musibet geldiği zaman ilk çarpma anında sabra sarılır (Buhari, Cenaiz, 31.), “Biz Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz. Ey Allah’ım! Musibetimin ecrini senden bekliyorum, bundan dolayı bana ecir ihsan et, benim için onu daha hayırlısıyla değiştir.” (Müslim, Cenaiz, 3.) diye dua ederiz.
Acı çekmek bir şekilde kaderimiz ise de mümin olmak onu isyana değil, kazanca dönüştürebilmektir. Biz, kıyısından köşesinden kulluk eden, kendilerine bir hayır dokunup da iyiliğe erişince memnun olan ama bir sıkıntı ile karşılaştıklarında inkâr ve isyana sürüklenen kimselerden olmaktan Allah’a sığınırız! Biliriz ki böyle bir tutum hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğramakla sonuçlanacaktır. (Hac, 22/11.) Sıkıntılar, kahredip küfretmekle bizi Rabbimizden uzaklaştırmamalı, aksine ders alıp tevekkül etmekle O’na yakınlaşmamızı sağlamalı diye düşünürüz. Her hâl ve şartta Allah’a hamd edebilen kullardan olmak için gayret gösterir, Peygamber Efendimiz’in şu muhteşem tasvirine layık olmayı dileriz: “Müminin durumu ne ilginçtir! Her hâli kendisi için hayırlıdır. Bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına sevinecek bir hâl geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı gelecek olursa ona da sabreder; onun için bu da hayır olur.” (Müslim, Zühd ve Rekaik, 64.)