Makale

Bölünen direnişler

Bölünen direnişler

Hasan Karaca
Avrasya coğrafyası üzerine konuşurken, genelde içeriden bir bakış ile konuşmayı yeğleriz. Bu şaşılası bir durum değildir, esasında birçok konuya tabii olarak kendinden yola çıkarak bakmaktayız. Ancak zaman zaman incelediğimiz konunun hatta eşyanın nasıl bir ortamda bulunduğuna bakmak, çevresini merkeze almak da bize ilgili konu hakkında fikir verebilmektedir. Burada bu bakış açısını deneyeceğiz ve Avrasya’yı çevresi üzerinden anlamaya çalışacağız. Daha doğrusu böyle bir anlamanın ilk adımlarını atacağız.
Avrasya, büyük oranda Rusya’nın, Avrupa’nın ve Uzakdoğu’nun çerçevelediği bir havzaya karşılık gelmektedir. Çevresini belirleyen her bir coğrafyanın ise Avrasya üzerinde uzun süredir etkisi bulunmaktadır. Bu etki temelde bir ekonomi ve kültür politikasıdır ve Avrupa, Rusya ve Uzakdoğu’da farklı suretlere bürünerek Avrasya’ya yansımaktadır. Hem, yansımak ne kelime, şekillendirmeye teşebbüs etmektedir. Belki süreci anlamak için bir soyutlama daha gerçekleştirip üç coğrafyanın da arkasına geçmeli ve ortak muharriki yakalamalıyız. Ne ki her soyutlama gibi bu da aydınlatırken yitiriveren bir soyutlama adımı olacaktır.
Hızlı bir yargıyla Avrasya’nın iktisadi emellerin odağı bir havza olarak değerlendirmekte ve çıkarsamalarımızı bu yargı üzerinden gerçekleştirmekteyiz. Bu bizi çoğu kez de doğru sonuçlara götürmektedir. Ancak gözden kaçan husus, bu ekonomi politikasının kültürel hatta dinî bir dil kullanıyor olmasıdır. Bu doğal değildir, örneğin soğuk savaş döneminde kullanılan dil, kültürel değil ideolojik, hatta yer yer iktisadiydi. Avrasya odağında kültür ve din üzerinden bir dil üretilmesi dikkate değer bir husustur. Bunu sadece iktisat politikalarının bilinçli olarak etkin bir dile başvurması olarak algılamamız yetersizdir, kaldı ki bu bahsettiğimiz üç coğrafyadaki dil farklılıklarını da açıklamamaktadır. Burada daha derin bir sorunun yattığı kanaatindeyiz, bu sorunu sekülerleşmenin küreselleşme sancısı olarak tanımlayabiliriz. Batı, hâkim medeniyet olmanın güvencesiyle ürettiği değerlerin ve bu arada sekülarizmin ve buna uygun üretim biçimlerinin tüm dünyada hızlı, en azından rahat kabul göreceği düşüncesindeydi. Hele de soğuk savaşta elde edildiğine inanılan galibiyet sonrası bu kanaat iyice yerleşmişti. Uzakdoğu’nun da hızlı bir şekilde kapitalist üretim biçimine geçmesi ve bunun sonucunda kültürel dilinden vazgeçmesi küreselleşmenin, sekülerleşme ve kapitalist üretimin tabii bir sonucu olduğu kanaatini pekiştirmişti. (Burada sekülerlik, kapitalizm ve kültür arasındaki ilişkiyi fazlaca yakın kurmamız belki şaşırtıcı gelecektir. Esasında kapitalizmin sekülerliğe ilişkin bir üretim biçimi olup olmadığının açıklanması gerekmektedir. Hakeza Uzakdoğu’nun kültür dilinden vazgeçtiği iddiası da olgunun sadece bir yönünü açıklamaktadır. Öte yanda Uzakdoğu iktisat politikasının kendine ait ve kültür ve gelenek atfı bulunan bir dil kullandığını da görmemiz gerekir. Ne var ki bu konuların açılımını yapmak bu makalenin sınırlarını fazlasıyla aşacaktır.) Ne var ki Avrasya coğrafyası bu selin etkisine çabucak kapılmamıştı, dahası direnir bir tavırdan bile bahsedilebilirdi. Avrasya’nın ortak paydasını İslam olarak tanımlayan algı, bu durumu da büyük oranda dinî geleneğe yordu. (Burada bahsettiğimiz üç coğrafyada farklılaşmalar söz konusu. Örneğin etnik etkinin önemini vurgulayan bakışlar da bulunmaktadır.) İslam konusunun küresel gündeme yoğun bir şekilde oturması, sekülarizmin bu beklenmedik karşı konuş karşısındaki şaşkınlığının göstergesidir bir yönüyle de. En azından Müslüman Avrasya kendini sekülerlik karşısında bir direniş olarak göstermiştir. Kendi içindeki tüm bölünmüşlüklere karşın bilinçli bilinçsiz bu tutum Avrasya’ya ait ortak bir çizgiyi betimlemektedir.
Tam da bu yüzden Rusya ve Uzakdoğu’nun (Ama sadece Uzakdoğu’nun değil örneğin Brezilya’nın da) bölgeye ilişkin siyaseti çetrefillidir. Zira konu sadece bir Avrasya bağlamı olarak düşünülmemekte, bir dünya düzeni olarak algılanmaktadır. Avrasya üzerinden tam da Batı diye adlandırdığımız coğrafyanın dayattığı – ya da dayatma olarak algılanan – düzeni kısmen de olsa değiştirmektir. Bu yönüyle en azından görünen kısmıyla Avrasya’nın direnişine kısmi bir katılım ve yönlendiren bir destekleme söz konusudur. (Benzer bir konumu tüm farklılıklara rağmen Türkiye için de iddia edebiliriz.) Daha derinlerde ise içe sızmış ciddi bir yönlendirme süreci yaşandığı da gözden kaçmamalıdır. Bu ise Avrasya için belki en ciddi tehdidi teşkil etmektedir.
En nihayetinde belki gerçekten de İslam geleneğinin bir eseri olarak Avrasya, tüm yaşanan süreçlere rağmen bir direniş konumunu muhafaza etmekte. Ne ki içeride gelişen ve gittikçe artan, gittikçe daha ayrıntılı düşünen bir bölünme süreci bu direnişin zeminini yok etmektedir. Bu durum karşısında ortak bir geleneğe geri dönmek mi, yoksa sadece farklılıkları kabul etmek mi gerektiği ise tartışmalı ama belirleyici bir sorudur.