Makale

Kimsesizlerin kimsesi olmak*

Kimsesizlerin kimsesi olmak*

Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Ebu Hüreyre (r.a.)’den nakledilen bir hadiste Allah Rasulü (s.a.s.)’nün şöyle buyurduğu bildirilmiştir: "Allah azze ve celle kıyamet gününde (bir kimseye) şöyle seslenecek: ’Ey Ademoğlu! Hastalandım, beni ziyaret etmedin.’ (O şahıs), ’Ey Rabbim! Sen âlemlerin Rabbisin, ben seni nasıl ziyaret edebilirim?’ deyince Allah, ’Falan kulum hastalandı, onu ziyaret etmedin, eğer ziyaret etseydin beni onun yanında bulacağını bilmiyor muydun?’ diyecek. Allah, ’Ey Ademoğlu! Yiyecek istedim bana yedirmedin’ diyecek. (O şahıs), ’Ey Rabbim, Sen âlemlerin Rabbisin, ben Sana nasıl yedirebilirim?’ deyince Cenab-ı Hak, ’Falanca kulum yiyecek istediğinde ona yedirmedin, şayet yedirseydin bunu(n karşılığını) benim yanımda bulacağını bilmiyor muydun?’ diyecek. Allah, ’Ey Ademoğlu! Senden su istedim bana su vermedin’ diyecek. (O şahıs), ’Ey Rabbim, Sen âlemlerin Rabbisin, ben Sana nasıl su verebilirim?’ deyince, Allah, ’Falan kulum senden su istediği hâlde ona su vermedin, eğer verseydin bunu(n karşılığını) benim yanımda bulurdun’ buyuracak."
(Müslim, Birr, 13.)
Kutsi hadis olarak, yani, manası Allah’a, ifadesi Hz. Peygamber’e ait bir rivayet şeklinde nakledilen bu hadisin bir benzerine İncil’de de rastlanmaktadır. (Matta, 25/34-46.) Sahih kutsi hadislerin bir kısmı, Hz. Peygamber’in, Kur’an vahyiyle gelen ilahî buyrukların muhtevasını ashabına kendi ifadeleriyle anlatmasından kaynaklandığı gibi; bir kısmı da, buradaki örnekte görüldüğü üzere, geçmiş dinlerin kutsal metinlerinde yer alan ve menşe birliği dikkate alındığı için Allah’a nispet edilerek nakledilmesinde bir sakınca bulunmayan haberlerden oluşmaktadır.
Hadis, Yüce Allah’ın, kullarına yapılan iyiliği, âdeta kendisine yapılmışçasına önemsediği ve bu düzeyde değerlendirdiğinin çarpıcı bir ifadesidir. Böyle bir anlatıma Kur’an-ı Kerim’de, ihtiyaç sahiplerine; başa kakmadan, faiz almadan, ödeme konusunda sıkıştırmadan verilen, hatta ödeyemeyecek duruma düşenlere sadaka niyetiyle bağışlanan borç anlamındaki "karz-ı hasen" (güzel borç)le ilgili ayetlerde de rastlıyoruz. Örneğin, "Eğer siz Allah’a güzel bir borç verirseniz, Allah onu size kat kat öder ve sizi bağışlar. Allah, şükrün karşılığını verendir, halîmdir." (Teğâbun, 64/17.) ayetinde "Allah’a borç verme" ifadesi nasıl mecazen kullanılmışsa, hadiste yer alan, Allah’ı ziyaret etmek, ona yiyecek ve su vermek ifadeleri de mecazen kullanılmış ve bu kullanım, sözün muhatap üzerindeki etkisini kat kat artırmıştır.
Yaratılanı Yaratandan ötürü hoş gören bir dinin müntesipleri olan Müslümanlar ancak, Yaratıcının kendileri için hoş gördüğü şeyleri yapmakla "iyi insan" olabileceklerinin bilincindedirler. "İyilik" ve "kötülük", insan için anlamlı olan ve etkilerini bu varlık âleminde gösteren iki kavramdır. Kur’an’ın ifadesiyle, "iyilik yapan kendi lehine, kötülük yapan kendi aleyhine" (Fussılet, 41/46.) davranmış olur. Yaptığı iyilikle Allah’a fayda sağlayabilecek, kötülükle de zarar verebilecek kimse yoktur. Onun için, "iyi söz ve güzel iş O’nun katına yükselecek" (Fâtır, 35/10.) ama faydasını başta insanlar olmak üzere bütün yaratıklar görecektir. Kestiğimiz kurbanların eti ve kanı Allah’a ulaşmayacak, ama muhtaç insanları doyurmakla kazandığımız takva Allah katına yükselecektir. (Hac, 22/37.) Hastayı ziyaret etmek, aç ve susuzun ihtiyacını gidermekle o insanlar fayda görecek ama bundan en çok Yüce Allah memnun ve hoşnut kalacaktır. Onun bu hoşnutluğu ise iyilik sahibinin en büyük kazancı olacaktır.
Yardımlaşma, yoksula, muhtaca destek olma konusundaki ayetlerin ve ilgili nebevi tavsiyelerin çokluğu dikkate alınırsa İslam’ın bir yardımlaşma ve dayanışma dinî olduğunu söylemek mümkündür. Toplum hâlinde yaşayan, farklı kabiliyet ve becerilere sahip, sağlık açısından, maddi-manevi imkânlar bakımından eşit olmayan insanları asgari hayat standardında birleştirmek ancak toplumsal dayanışmayla mümkündür. Günümüzde, büyük ölçüde devletlerin üstlendiği bu görev İslam’ın geldiği dönemde daha çok toplumsal bir sorumluluk kabul edildiği için Müslüman bireyler bu konuda teşvik edilmiş, hatta bu tür görevler dinî bir vecibe olarak kabul edilmiştir. Örneğin, Mekke döneminde, zenginin malında fakirin hakkı olduğunu bildiren (Mearic, 70/25; Zariyat, 51/19.), sadaka vermeyi ve infak etmeyi teşvik eden ayetlerden (Leyl, 92/6; Fatır, 35/29; Sebe’, 34/39.) sonra, artık Müslümanların bir şehir devletine kavuştuğu Medine döneminde, zekâtın, ödenmesi gereken ve devlet eliyle toplanan bir vergiye dönüştüğü görülmekte (Bakara, 2/83, 110; Hac, 22/41; Tevbe, 9/60.) dağıtılacağı sınıflar arasında bunu toplayan görevliler de sayılmaktadır. (Tevbe, 9/60.) Sevgili Peygamberimiz de İslam’ın beş temel üzerine bina edildiğini ifade etikleri hadislerinde (Buhari, İman, 1.) zekâtı bu temellerden biri saymış ve Müslümanlar, İslam’ın beş şartı olarak bilinen bu vecibelerden biri olan zekâta ayrı bir önem vermişlerdir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra, diğer dinî görevleri kabul ettikleri hâlde zekât vermek istemeyen Arap kabileleri üzerine ordu göndermeye niyetlenen Hz. Ebubekir’in sert tutumu, toplumsal yardımlaşmayla ilgili kaçınılmaz görevlerin tamamen kişilerin arzusuna bırakılamayacak kadar önemli olduğunu göstermektedir. Nitekim günümüzün modern devletleri de vergiyi, “özel bir karşılığı olmayan hukuki zorunlu ödeme” olarak kabul etmekte, bundan kaçınanlara cezai yaptırımlar uygulamaktadır. Her işinde Allah’ın hoşnutluğunu esas alan Müslüman, resmî bir talimat ve yaptırım olup olmadığına bakmaksızın "gerçek iyiliğe” ulaşmanın gereği olarak, sevdiği şeylerden infak etmeyi (Âl-i İmran, 3/92.), isteyeni geri çevirmemeyi, (Duhâ, 93/10.) aç olan komşusunu doyurmayı (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/55.) dinî, ahlaki ve vicdani bir görev kabul etmiştir. Onun için, hâli vakti yerinde olan Müslümanlar devlete ödediği vergisinin yanı sıra, Cenab-ı Hakk’ın kendisine lütfettiği nimetlerin bir şükrü olarak, zekât ve sadakasını da vermeye devam etmekte, sadece ülkemizde değil, dünyanın her köşesindeki ıstırap çeken insanların acısını hafifletmek için elinden gayreti göstermektedirler. Kendisi için istediğini diğer kardeşleri için de istemeyi (Buhari, İman, 6.) şiar hâline getiren bu fedakâr insanlar, geçmişte ecdadımızın vakıf yoluyla yaptıklarını bugün yardım dernekleriyle gerçekleştirmekte, aç, susuz, hasta ve çaresiz insanların dermanı olmaktadırlar. Hadiste ifade edildiği gibi Allah, onlara yapılan hizmeti kendisine yapılmış kabul edecek ve bu hizmetin sahiplerine, hiç şüphesiz, kendi şanına yakışır bir karşılık verecektir. Ebedî âlemde kimsesiz kalmamak için bu dünyada kimsesizlerin kimsesi olmak en kestirme yoldur. Şairin dediği gibi, kimsesi Allah olanın başka kimseye ihtiyacı olmayacaktır.
“Herkesin var bir kesi, ben bîkesin yok kimsesi
Ben bîkesin sen ol kesi, ey kimsesizler kimsesi”
Yardımlaşma, yoksula, muhtaca destek olma konusundaki ayetlerin ve ilgili nebevi tavsiyelerin çokluğu dikkate alınırsa İslam’ın bir yardımlaşma ve dayanışma dinî olduğunu söylemek mümkündür. Toplum hâlinde yaşayan, farklı kabiliyet ve becerilere sahip, sağlık açısından, maddi-manevi imkânlar bakımından eşit olmayan insanları asgari hayat standardında birleştirmek ancak toplumsal dayanışmayla mümkündür.”
• Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi’nin Mayıs 2008, 209. sayısında yayınlanmıştır.