Makale

İranlı İlk Müslüman Sahâbî SELMÂN-I FÂRİSÎ (r.a.)

İranlı İlk Müslüman Sahâbî
SELMÂN-I FÂRİSÎ (r.a.)

Doç. Dr. Adem Apak
Uludağ Üniv. İlâhiyat Fak.

Selmân-ı Fârisî (r.a.), İran’da Mecusîlik dinine mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesinin İsfahan’ın Cayy veya Râmehürmüz kasabasında yaşadığı rivayet edilir. Asıl adı Mabah b. Buzahşan’dır. Babası İran’da kendilerine dihkan denilen zengin bir çiftlik ağasıydı. Çocukluğundan itibaren dinine bağlı olan Selmân (r.a.) yetişkinlik çağına geldiğinde Mecusîlerin ibadet yerine gider, burada yanan mukaddes ateşin sönmemesi için başında nöbet beklerdi. Bununla birlikte kavminin dini hiçbir zaman kendisini tatmin etmemiş, bu hususta sürekli bir arayış içinde olmuştur.
Selmân (r.a.) bir gün şehirlerine yakın bir beldede ibadet eden Hristiyanlarla karşılaştı. Onların ayinlerini izledi ve kendilerinden dinleri hakkında bilgi aldı. Eve geldiğinde gördüklerini ve dinlediklerini babasına da anlattı. Ancak babası kendi dinlerinin daha üstün olduğunu söyleyerek, oğlunun tekrar kiliseye gitmesine izin vermedi. Ancak bu hareket onun düşüncesini değiştirmediği gibi, Hristiyanlık inancına karşı ilgisini daha da artırdı. Nitekim kısa süre sonra bir yolunu bularak evinden kaçtı. Ardından da bir ticaret kervanına katılarak Hristiyanlığın merkezi olan Suriye taraflarına gitti. Burada bir papazın yanında yeni dinini öğrenmeye karar verdi. Daha sonra bilgisini artırmak için Musul’da bulunan başka bir Hristiyan bilginin yanına gitti. Bu papaz da kısa süre sonra ölünce sırasıyla Nusaybin’e oradan da Amuriye’ye (Batı Anadolu’da tarihi bir şehir) intikal etti. Amuriye’deki din bilgini ölmeden önce Selmân (r.a.)’a şu tavsiyede bulundu:

“Oğlum, dünyada artık bizim mesleğimizde ve yolumuz üzerinde bulunan kimseyi tanımıyorum. Ancak İbrahim’in dini üzerine gönderilecek peygamberin gelmesi çok yakındır. Bil ki o, Arap topraklarında zuhur edecek, sonra iki taşlık arasında bir yere hicret edecektir. Eğer bir yolunu bulursan benim ölümümden sonra o diyara git.”

Hristiyan âlimden bu sözleri duyan Selmân (r.a.) derhal Arabistan taraflarına giden bir kervana katıldı. Vâdi’l-Kura denilen yere geldiklerinde kervandakiler onu köle olarak bir Yahudiye sattılar. Selman (r.a.) bir süre sahibinin yanında kaldı. Buraya Medine’den gelen Kureyzaoğulları’na mensup bir başka yahudi Selmân (r.a.)’ı sahibinden satın alarak Medine’ye getirdi. Böylece kader onu asıl hedefine kendiliğinden ulaştırmış oldu.

Selmân-ı Fârisî (r.a.) Medine’de iken sürekli olarak Araplardan bir peygamber çıkmasını bekliyordu. Nihayet haber kendisine ulaştı: Mekke’de Hz. Muhammed (s.a.s.) kendisini son peygamber olarak ilân etmişti. Medineliler arasında gerçekleşen konuşmaları dinledikçe, peygambere ulaşma isteği daha da artıyordu. Ancak kendisi bir köleydi, bu sebeple sahibini terk etmesi mümkün değildi, üstelik Mekke’den de epeyce uzakta bulunuyordu.

Nihayet bir gün sahibinin bahçesinde çalışırken Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiğini ve Kuba’da konakladığı haberini aldı. Haberi duyunca heyecan ve hayretini, sevinç ve neşesini gizleyemedi. Öfkeyle irkilen sahibi, kızgınlıkla Selmân’a bir tekme savurdu ve hakaret etti. Fakat o, başına gelene hiç aldırmıyordu. Zira yıllarca peşinden koştuğu hakikatin habercisi gelmişti. Bu sebeple daha Medine’ye ulaşmadan son elçiyi Kuba’da karşılamaya karar verdi. Yanında götürdüğü hurmaları da Allah Rasûlü (s.a.s.)’ne teslim etti. Daha sonra tekrar sahibinin yanına döndü.

Medine’ye hicretin gerçekleşmesinden sonra da Selmân (r.a.)’ın Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yanına gidiş-gelişleri devam etti. Kısa süre sonra Müslümanların arasına dahil oldu. Ancak onun köleliği devam ediyordu. Hicretin beşinci yılına kadar bu şekilde yaşadı. Dolayısıyla Hendek savaşından önceki gazalara iştirak edemedi. Bu arada Hz. Peygamber (s.a.s.)’in tavsiyesiyle efendisi ile anlaşma yapmak suretiyle hürriyetini almaya çalıştı. Ancak Yahudi sahibi ondan ödemesi mümkün olmayan bir meblağ talep etti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.s.) ashabından kardeşlerine yardım etmelerini istedi. Neticede Müslümanların katkılarıyla istenen bedel karşılanınca Selmân (r.a.) özgürlüğüne kavuştu. Allah Rasûlü (s.a.s.) onu sahabeden Ebu’d-Derdâ ile kardeş yaptı.

Yurdundan uzak bir insan olduğu için Medine’de Müslümanlar Selmân (r.a.)’a sahip çıkıp onu himaye ettiler. O kadar ki, onu kendilerinden saymak için ashap arasında tatlı bir rekabet başladı. Muhacirler, “Selmân bizdendir” diyerek kendilerinden sayarken, Ensar da “Selmân bizdendir. Biz ona sahip çıkmaya daha lâyığız” iddiasında bulundular. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.s.) Selmân (r.a.)’ı sevince boğan şu ilânı yaptı: “Selmân bizdendir, ehl-i beytimizdendir.” Başka bir hadislerinde Hz. Peygamber (s.a.s.) onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah bana ashabımdan hususî olarak dört kişiyi sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emretti. Bunlar; Ali, Mikdad b.Esved, Ebû Zer ve Selmân’dır.”

Selmân- Fârisî (r.a.), kölelikten kurtulduktan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ashabı arasına dahil oldu. Bunun ardından ihtiyaçların tamamı Müslümanlar tarafından karşılanan ve kendilerini Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in sohbetine ve ondan ilim tahsil etmeye adayan suffe ashabına iştirak etti. Peygamberimiz (s.a.s.)’e olan yakınlığının peşin mükâfatını görerek ilimde müstesna bir mevkie yükseldi. Neticede Rasûlullah’ın, “Muhakkak Selmân ilimle dolmuştur” müjdesine mazhar oldu. Hz. Ali (r.a.) de onun ilmi birikimi hakkında, “Öncekilerin ve sonrakilerin ilmi Selmân’dadır. O tükenmez bir denizdir” tespitinde bulunmuştur. Hz. Muaz b. Cebel (r.a.) gibi bir âlim sahâbi vefat ederken talebelerine, ilmi Selmân (r.a.)’dan almalarını vasiyet etmiştir.

Selmân (r.a.)’nın Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde adının duyulmasına sebep olan en önemli hadise Hendek Savaşı’dır. Uhud Savaşı’nda kesin bir netice elde edememiş olan Mekke müşrikleri hicretin 5. yılında (M. 627) kalabalık bir ordu ile Medine’ye doğru harekete geçmişlerdi. Asker sayısı bakımında çok kabalık olan düşman ordusuna Müslümanların bir meydan savaşıyla karşı durmaları zor görünüyordu. Üstelik Medine üç taraftan açık bir şehirdi. Bu itibarla müdafaası son derece güçtü. Dolayısıyla yeni bir savunma stratejisine ihtiyaç vardı. Allah Rasûlü (s.a.s.) bu konuda ashabı ile istişare yaptı. Herkes tek tek görüşünü açıkladı. Söz alan Selmân (r.a.) şu teklifi yaptı:

“Ey Allah’ın Rasûlü! Bizler İran’da düşman süvarilerinin hücumuna karşı etrafımızı hendekle çevirir kendimizi öyle savunurduk. Şimdi de böyle yapamaz mıyız?” Bu fikir başta Peygamberimiz (s.a.s.) olmak üzere bütün Müslümanlara cazip geldi. Buna göre Medine’nin düşman saldırısına açık olan kuzey yönü boyunca hendek kazılacak, bu şekilde bir atlı veya deve üzerindeki askerin rahatlıkla karşıya geçmesi engellenecekti. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile birlikte bütün Müslümanların katkıda bulundukları bu faaliyet müşrikler Medine’ye ulaşmadan tamamlandı.

Müttefik müşrik kuvvetleri Medine’ye geldiklerinde şehrin geçilemeyecek derecede hendeklerle çevrildiğini görünce neye uğradıklarını şaşırdılar. Zira Araplar şimdiye kadar böyle bir harp taktiği görmemişlerdi. Üstelik Müslümanlar hendeğin özellikle zayıf taraflarını fazla yığınak yapmak suretiyle geçilmez hale getirmişlerdi. Savaş fiilen başlamış olmakla birlikte, hendek sebebiyle karşılıklı çarpışmalar gerçekleşmiyor, taraflar birbirlerine sadece ok atabiliyorlardı. Engeli aşmaya teşebbüs eden müşrik süvariler ise derhal geri püskürtülüyordu. Bu şekilde yaklaşık 15-20 günlük bir süre geçti. Geçen zaman Müslümanların lehine işliyordu. Çünkü müşriklerin erzakları azalıyor, sabırları tükeniyor, şehri ele geçirme ümitleri tükeniyordu. Nihayet uzun bir kuşatmadan sonra mağlup ve perişan bir vaziyette Mekke’ye geri dönmek zorunda kaldılar. Bu şekilde Selmân (r.a.)’ın teklifi ve Allah’ın yardımı sayesinde Müslümanlar büyük bir tehlikeden kurtulmuş oldular.

Selmân (r.a), Hendek’ten sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah (s.a.s.) ile birlikte bulundu. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in vefatından sonra da İslâm fetihlerine katıldı. Hz. Ömer’in (r.a.) halifeliği zamanında İran fethi için hazırlanan orduya iştirak etti. Bu orduda çok mühim hizmetlerde bulundu. Çünkü kendisi İranlıydı ve bilmedikleri topraklarda ilerleyen İslâm ordusuna kılavuzluk yapıyordu. Ayrıca Müslüman komutanlara İranlıların kullandıkları silâhlar ve savaş taktikleri hakkında bilgi verdi. Bölge üzerine gönderilen öncü birliklere de komutanlık yaptı.

İran’ın Müslümanlar tarafından fethinden sonra halife Hz. Ömer (r.a.), Selmân (r.a.)’ı Medâin’e vali olarak tayin etti. Selmân (r.a.), Hz. Osman (r.a.)’ın halifeliği döneminde hicretin 36. yılında (M. 656) burada vefat etti. Onun mezarı Bağdat’ın 30 km. doğusunda Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarındadır. Mezarının içinde bulunduğu cami Osmanlı Sultanı IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.

Selmân (r.a), ilim, fazilet ve zühd bakımından ashabın en önde gelen simalarından birisi olup, Rasûlüllah (s.a.s.)’a yakınlığıyla tanınmaktadır. Hz. Aişe (r.a.h.), onun hakkında şöyle demektedir: “Birçok geceler Selmân (r.a.) Rasûlüllah (s.a.s.) ile yalnız kalırlardı...” Hz. Peygamber (s.a.s.) ile yakınlığı sebebiyle Selmân-ı Fârisî (r.a.), pek çok hadis rivayetinde bulunmuştur. Kendisinden rivayet edilen 60 hadisin 30 adedi Buharî ve Müslim’de ortak olarak zikredilmiştir. Başta gelen ravileri ise Ebu Said el-Hudrî, Ebu’t-Tufeyl, İbn Abbas, Evs b. Malik’tir. Selmân (r.a.)’ın rivayet ettiği hadislerden birisi mealen şöyledir:

“Bir defasında Rasûlullah ile birlikte bir ağacın altında oturuyordum. Peygamberimiz ağacın kuru bir dalını tutarak yaprakları dökülünceye kadar salladı ve bana, ’Ey Selmân, böyle yapmamın sebebini niçin sormuyorsun?’ buyurdu. Ben, ’Niçin öyle yapıyorsunuz?’ dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: ’Bir Müslüman, güzelce abdest alıp beş vakit namazını kılarsa, şu dalın yapraklarının döküldüğü gibi onun da günahları dökülür.”

İbadete düşkünlüğü ile tanınan Selmân-ı Fârisî (r.a.), Müslümanlara bu konuda şöyle tavsiyede bulunmuştur: “Beş vakit namazı muntazam kılın! Büyük günah işlemediğiniz müddetçe beş vakit namaz küçük günahlara kefaret olur. Bir kimse gecenin karanlığını ve insanların gafletini fırsat bilerek günah işlerse, bu adam kârda değil, zarardadır. Gecenin karanlığını ve halkın gafletini fırsat bilerek kalkıp namaz kılan kimse kârdadır. Namazını kıldıktan sonra yatıp uyuyan kimse ne kârdadır, ne zararda. Çok ibadet ederek kendini ibadet edemeyecek hale getirmekten sakın. Vasat bir şekilde, fakat devamlı olarak ibadet et."

Rasûlüllah (s.a.s) Selmân (r.a.) hakkında şöyle buyurmuştur: “Cennet üç kişiyi özler. Bunlar; Ali, Ammar ve Selmân’dır.”