Makale

Özgürleştirici Din Eğitimi

Özgürleştirici Din Eğitimi

Prof. Dr. M. Şevki Aydın
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Kimileri özgürlük ile inanma arasında ilişki kurulamayacağını ileri sürmektedirler. İnanma otoriteye bağlanmayı gerektirdiğinden dolayı, özgürlüğü ortadan kaldırdığı sanılmaktadır. Böyle düşünenlere göre, ya sorgusuz sualsiz inanıp kendini bağlarsın ya da hiçbir inancın olmaz; özgür olursun.

Her şeyden önce şu varoluşsal gerçekliği dile getirelim: Her insanın inanmaya ihtiyacı vardır. Yaratılışı gereği insan havasız yaşayamadığı gibi, inanmadan da yaşayamamaktadır. Ateist bile, kendi davranışlarına yön veren birtakım değerlere inanıp bağlanmaktadır. Kaldı ki, hayatımızda bizi bağlayan, ama bizim seçmediğimiz birçok unsur bulunmaktadır. Söz gelimi, ana babamızı, içinde büyüdüğümüz kültürel ortamı kendimiz mi belirliyoruz? Bu bağlar var diye özgür olamayacak mıyız?

Meseleye böyle yaklaşılınca, insanın birtakım değerlere sahip olması bile özgürlükle mutlak bağdaştırılamaz. Çünkü, bir bakıma bu değerler, bireyi sınırlamaktadır. Birey, kendini bu değerlerle kayıt altına almış, bağlamış durumdadır. Oysa, bu değerlerin varlığına karşı çıkmak, insan gerçeğini tanımamak, ona karşı çıkmak demektir. İnsan denen varlık, mutlaka birtakım değerlere/ilkelere göre davranıyor olmasıyla hayvanlardan farkını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla insanın birtakım değerlere sahip olması, onun için varoluşsal bir zarurettir.

Bu zaruret, insanın özgürlüğü açısından değerlerin varlığına karşı çıkmanın haksızlığını ortaya koysa da, bu konuda insanın özgürlüğü açısından sorunlar olduğu da inkar edilememektedir. Mesele iyi analiz edildiğinde, gerçekte sorgulanması gereken hususun, değerlerin varlığı değil de, onların oluşturulma ve benimsenme sürecinde bireyin konumu olduğu anlaşılmaktadır. Bu değerler, bireyin bizzat keşfedip elde ettiği ve hür iradesiyle seçip benimsediği ürünler olabileceği gibi, birilerinin empoze etmesiyle pasif kabullenici olarak benimsemek durumuna düşürüldüğü unsurlar da olabilir. Başka bir deyişle birey, söz konusu değerleri üreten/keşfeden, tercih edip benimseyen, onları kullanarak hayatını dizayn eden özne olabileceği gibi, onlar kendisine dayatıldığında hiç sorgulamadan kabullenme durumunda kalan ve kendisine sunanların istekleri gereği onların kalıbına dökülme durumuna düşen nesne de olabilir. Birincisi, değerler karşısında aktif iken diğeri pasiftir.

İşte önemli olan ve olması gereken, kişinin değerleri oluşturma ve benimseme sürecinde aktif oluşudur. Böyle biri, bu değerleri bizzat kendisi oluşturmuş ve kendini bunlara göre yönetme kararı almıştır. Bu değerler, ona birileri tarafından dayatılmış, empoze edilmiş ve o da pasif kabullenici olarak almış değil; onlar doğrudan kendisinin ürünüdür. Bu değerleri oluşturup benimseme, bizzat kendisinin varoluşsal kararıdır, tercihidir. Bunlarla kendini kayıtlama, bizzat kendi özgür tercihidir, kararıdır. Varoluşsal arayışı, dolayısıyla kendini geliştirmesi devam ettiği için, zaman içinde bu değerleri revize edebilir, onlarda birtakım değişikliklere gidebilir, yenilerini oluşturabilir. Bütün bunları, kendi varoluş düzeyini yükseltme bağlamında özgürce yapmaktadır.

Gerçekte insan, kendine özgü bu değerlerini oluşturup geliştirdiği oranda varoluş düzeyini yükseltmekte, özgürleşmektedir. Zira, kendi değerlerini oluşturan birey, bu değerlere göre kendi kendini yönetmekte, denetlemektedir. Kendi kendini yönetme gücü geliştikçe birey, çevrenin güdümünden kurtulmakta; bağımsızlaşmakta, özgürleşmektedir. Çevre onu tutsak edememektedir. Artık o, çevrenin dayatmalarına göre değil, bizzat keşfedip tercih ettiği değerlere göre tutum ve davranışlarını oluşturmakta; hayatını düzenlemektedir.

Bunlar gösteriyor ki, aslında özgürlük açısından sorun, inanmada/bağlanmada değil; inanmanın/bağlanmanın niteliğindedir. Her inanma/bağlanma, bir kabullenişi, bir taahhüt altına girmeyi, bir boyun eğmeyi dile getirmektedir. Ancak her inanma/bağlanma durumu, mutlaka aklı bloke etme, kişiliği ipotek altına sokma olarak görülemez. İnanılan değerlerin nitelikleri, ilk etapta akla gelebilir. Ancak daha da önemli olan, bu inanmanın/bağlanmanın niteliğidir; bireyin bu bağlanmadaki konumudur/tutumudur. Birey, bağlanmanın öznesi olabileceği gibi, nesnesi de olabilir. Bu bağlanma, edilgen bir hal olabileceği gibi, etkin bir eylem olarak da ortaya çıkabilir. Bağlanma, bireyin bizzat kendi seçimi sonucunda gerçekleştirdiği bir varoluşsal eylem olabileceği gibi, kendisine empoze edileni/dayatılanı sorgusuz sualsiz kabullenmesinin sonucu da olabilir, yani onu başkaları bağlamış da olabilir. Tabiî ki, birinci tür bağlanma, bireyin varoluş düzeyini yükseltip özgürleşmesini sağlarken, ikincisi onun tutsaklaşmasına neden olmaktadır.

İşte bu gerçek, din eğitiminin niteliğinin önemine dikkatimizi çekmektedir. Bireyin aldığı din eğitimi, inanmanın/bağlanmanın niteliğini belirleyici rol oynamaktadır. Ezberci, empoze edici/ kalıplayıcı bir din eğitiminden geçen bireyin inanıp bağlanması, elbette edilgen bir bağlanış olacaktır. Onun bağlanışı, sorgusuz sualsiz, körü körüne bir boyun eğiş, bir itaat durumudur. Bu bağlanma hali, onun adına başkaları tarafında seçilip dayatılmıştır; onun kendi özgür iradesiyle seçip kararlaştırdığı bir bağlanma durumu söz konusu değildir. O, otorite olarak gördüklerinin, kendinden beklentilerini yapmaktan başka bir şey düşün(e)memektedir. Yani bu bağlanışın öznesi o değildir. (bk. Aydın, Ağustos, 2008)

Böyle bir edilgen bağlanışın özgürlükle bağı elbette kurulamaz. Özgürlük, seçim yapabilmek demektir. Seçim yapabilmek için de alternatiflerin farkında olmak, onları sorgulayarak anlamlandırmak gerekmektedir. Farkında ol(a)madıklarımızı seçmemiz mümkün değildir. Onun için özgür bir insan olmak bağlamında farkına varmak gerçekten önemlidir. Kalıplayıcı din eğitimi, pasif kabullenmeyi öngördüğünden dolayı, bireyin anlamlandırmasına imkan sağlamamaktadır. Anlamlandırma yeteneği gelişmeyen bireyin farkında olması söz konusu değildir. Haliyle bu bireyin özgürlüğünden , özgür seçiminden söz edilememektedir.

Gerçekte bağlanma, kişisel varoluş çabasının bir ürünü olmalıdır. Bu bağlanışta kişisel tasarruf hali vardır. Kişi kendi varlığını inşa etme bağlamında böyle bir tercihte bulunmaktadır. Bu bir aktif bağlanıştır. Birey, kişisel çabasıyla alternatifler arasında bir seçimde bulunarak bağlanma kararını bizzat vermektedir. Aktif bağlanmada birey, kendisi adına başkalarının seçip belirlediğini pasif kabullenen, körü körüne itaat eden, kendini onların kalıbına girme durumunda hisseden değildir. Bu yüzden, edilgen bağlanmanın aksine bu bağlanma, etkin bağlanmadır ve bireyin özgürleşmesini sağlamaktadır. İşte gerçekte din eğitimi, bireye böyle bir aktifliği ortaya koyma hususunda katkıda bulunmak, kılavuzluk yapmak durumundadır.

Anne babalar ve din eğitimcileri olarak, çocuklarımızın/öğrencilerimizin bizim inandığımız dine inanmalarını, ona bağlanmalarını arzu ederiz. Gönlümüz bunu ister. Bu, son derece doğal bir durumdur. Ancak bu arzumuzu gerçekleştirmek amacıyla kendi inanç dünyamızı onlara dayatmaya, empoze etmeye, buyurgan bir tavır takınmaya, bizim sunduklarımızı onların hiç sorgulamadan kabullenmelerini, bizi taklit etmelerini istemeye… kalkışmamız, asla hoş görülecek bir tutum değildir; bundan asla olumlu sonuç alınamaz. Hele, kendi dindarlık anlayışımızı olduğu gibi benimsemelerini, aynen bizim dindarlık kalıbımıza girmelerini beklememiz, hiç olacak iş değildir.

Din eğitimi adına böylesi bir yaklaşım, çocuklarımızın/öğrencilerimizin özgürleşmelerini değil tutsaklaşmalarını doğurur. Dolayısıyla onlar, kendi varlıklarının mimarı olma ve bu varoluş çabası bağlamında kendi dindarlıklarını bizzat oluşturan birey olma imkânını kaybederler. Böyle bir durumda, sahip olduklarını sandığımız dindarlık, onların özgün ürünleri olmaz. Onlar, o dindarlığın sahibi değildirler; aksine bizim empoze ettiğimiz dindarlık onlara sahiptir. Onlar, bu dindarlıklarının özneleri değil, nesneleridirler.

Böylesi bir dindarlık, bireyi besleyen, gelişmesine katkı sağlayan unsur olmak şöyle dursun, tam aksi işlevler icra eder. Böyle bir dindarlık, bireyin düşünme, sorgulama, seçme, karar verme, sorun çözme gibi insanî yeteneklerini besleyip geliştiren güç olmaktan çıkar, bunlara ket vuran etkili bir unsura dönüşür. Avrupa insanının, aydınlanma yolunda, “inanan insan” ın yerine “düşünen insan”ı yetiştirme ihtiyacı duyması, işte böyle bir olumsuz dindarlık anlayışını yok etmeye mecbur olmasından kaynaklanıyordu. İslâm’ı böyle bir duruma düşürmeye kimsenin hakkı yoktur.

İslâm, düşünmeyi önemli bir ibadet kabul etmiş ve düşünmenin önüne hiçbir engel koymamış bir dindir. O, “inanan insan”ın “düşünen insan” olmasını istemektedir. Hatta, inanmanın, düşünme sonucunda gerçekleşmesini öngörmektedir. Kur’an bile, üzerinde insanın derin derin düşünmesi, düşünmeye konu etmesi gereken bir kitap olarak takdim edilmektedir. (Muhammed, 24) Kur’an karşısında bile insanın özne olarak kalması öngörülmektedir. Dolayısıyla insanın, aktif bir bağlanmayı gerçekleştirmesi istenmektedir.

İslâm’a göre, inanma özgürlük eylemidir, özgürleştiricidir. Varoluşunu gerçekleştirme ve gelişerek özgürleşmekle yükümlü tutulan insanın bu çabaları çerçevesinde inanma ve bağlanma tercihinde bulunması beklenmektedir. İnanma/bağlanma, Müslümanın kendisine dayatılması nedeniyle kabullendiği bir durum olarak görülmemektedir. İnanma/bağlanma, Müslümanın özgür ve bağımsız varlığını inşa etme yolunda isteyerek bizzat oluşturduğu bilinçli eylem olarak betimlenmektedir. (Bakara, 256; Kehf, 29) Müslüman birey, iman/bağlanma düzeyini yükselttiği oranda kişisel özgürlük ve bağımsızlık düzeyini ilerletmiş olacaktır.

İslâm’ın peygamberi de Kur’an’da, tutsaklık zincirlerini kıran ve zincirlerden kurtulmanın yollarını gösteren bir “özgürlük peygamberi” olarak tanıtılmaktadır:

“Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları Resule, o ümmi peygambere uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Sırtlarındaki ağırlıklarını indirir, üzerlerindeki prangaları/zincirleri söküp atar. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya , işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âraf, 157) Bu Peygamber (s.a.s.)’e inandığını iddia eden bireyin, elbette özgür ve bağımsız bir kişiliğe sahip olması beklenir.

İslâm’ın öngördüğü özgür ve bağımsız kişiliğe sahip soylu müminin yetişmesi, onun daima özne konumunda tutulmasıyla mümkün olacaktır. Daha inanma/bağlanma kararını bağımsız ve özgür bir kişi olarak verme imkânı olmayan birisi, elbette inanmakla varoluş düzeyini yükseltemez, özgürlüğünün sınırlarını genişletemez. Böyle birinin, kendi dindarlığının mimarı olması mümkün değildir. Kendi dindarlığını bizzat oluşturacak güçte olmayan, haliyle dindarlığını güncelleştirmesini de beceremez. Böyle birinin dindarlığı, Kur’an’ın belirttiği gibi bireye “hayat veren” (Enfal, 24) niteliğini kaybeder; hatta hayat karartan olabilir.

Bu gerçek, bizi İslâm din eğitiminin niteliği, işlevleri üzerinde derinlemesine düşünmeye mecbur etmektedir. Anne babalar ve din eğitimcileri olarak din eğitimi anlayış ve uygulamalarımızın, bireyi özgürleştirici nitelikte olup olmadığını sorgulamakla yükümlüyüz. (Gelecek yazıda konuya devam edilecek)


Kaynaklar:
Aydın M. Şevki, “Din Eğitimi Bireyi Kalıplamamalı”, Diyanet Aylık Dergi, Ağustos, 2008.