Makale

Mazeretlerimiz Ne Kadar Geçerli?

Mazeretlerimiz Ne Kadar Geçerli?

Prof. Dr. İ. Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Milletimizin kahir ekseriyeti din olarak İslam’ı kabul etmekte ve onunla ilgili müspet kanaatlere sahip bulunmaktadır. Buna göre İslam son din olup her türlü eksiklikten uzaktır. İnsan tabiatına ve toplum maslahatına en uygun olandır. Dünya ve ahiret kurtuluşu ancak onun sayesinde gerçekleşebilir. Hak ve hakkaniyete bağlı kalmanın güvencesi, dürüstlüğün ve samimiyetin temel kaynağıdır. Bütün zamanlarda ve mekânlarda geçerlidir. Tarihte toplumumuz bu din sayesinde yücelmiştir. Aynı samimiyetle bağlanıldığı takdirde milletimizin geleceği de aydınlık olacaktır.
Evet, İslam hakkında toplumumuzun bu vebuna benzer birçok olumlu kabulleri vardır. Ne var ki bunların sonuçları pratik hayata sınırlı yansımaktadır. Dinin rahmet ve esenlik ikliminden pek istifade edilmemektedir. İnsanların önemli bir kısmı, dini en yüce değerler sistemi olarak kabul etmekte, ancak onunla bağdaşamayan bir hayat yaşamaktadırlar. Böyle bir hayatı sürdürmekte de, ne yazık, bir sakınca görmemektedirler. Dolayısıyla bu kimseler açısından İslam, daha ziyade soyut bir mensubiyet olarak kalmaktadır.
Hiç kuşku yoktur ki, İslam’ın bizlerden talep ettiği, getirdiği emir ve yasakların yaşanmasıdır. (Ahzab, 33/36.)Bu din, birbirimize tavsiye ettiğimiz, ancak uygulamaya koymak için ciddi bir gayret göstermediğimiz bir konumda olmamalıydı. Bu dine mensup olmaktan memnun ve mutluyuz. Ancak bilinmelidir ki, birbirimizle yarışırcasına bu dinle iftihar etsek, ancak onun içerdiği emir ve yasakları hayatımıza aktarmasak, ahlak, adalet ve esenlik adına toplumun kazanacağı pek bir şey yoktur. Yine insanların hepsinin bu dine inandığını farz etsek, ancak onun getirdiği hayat tarzına göre yaşamasa, Allah’ın razı olduğu bir toplum oluşmaz.
İlk Kur’an nesli ashab-ı kiram, bu dinle övünme gereği duymamıştır. Ancak onların, ilahî buyrukları yaşama konusunda birbirleri ile yarıştıkları tarihî bir hakikattir. (Mü’minun, 23/61.) Sonraki Müslümanlarında İslam’la iftihar etme diye bir dertleri olmamıştır. Onlar, İslam’ı salt kabul etmekle yücelip yükselmemişlerdir. Aksine onu yaşadıkları ölçüde din onların hayatında adalet, merhamet ve saadet vesilesi olmuştur. (Nur, 24/55.)
Tarihte İslam’ın, kendi mensuplarına kazandırdığı faziletli ve onurlu bir hayat, ancak onun yaşanması sayesindemümkün olabilmiştir. Din sebebiyle insanlar azgın duygularını frenleyebilmiş, zulme ve fesada alet olmaktan uzak kalabilmişlerdir. Yine din vesilesiyle insanlar erdemli bir hayatı gerçekleştirebilmişlerdir.
İslam’ı sadece bir din olarak benimsemek kâfi değildir. Bu gerekli şarttır; ancak Allah’ın razı olduğu fert ve toplumun yetişebilmesi için yeterli değildir. İman, kurtuluşa atılan ilk adımdır, fakat gerisi gelmezse kişinin akıbeti meçhuldür. İlahî buyruklar karşısında sergilenen keyfi bir tutumun nereye varacağını ancak Allah Teala bilir. Dolayısıyla fert fert Müslümanların ilahî buyrukları yaşama yönünde iradeleriniortaya koymaları gerekmektedir. (Nur, 24/51-52.)
İslam, hayata ruh vermeyen kültürel bir kalıntı konumundan çıkıp bilince ve pratiğe dönüşmelidir. Çünkü bu din, benimsenmekle iktifa edilen herhangi bir ideoloji veya felsefi bir cereyan değildir. Aksine insan hayatının her alanına nüfuz etmek, kulluk şuurunu insanın bütün duygu, düşünce ve fiillerine hâkim kılmak İslam’ın temel amacıdır. (Bakara, 2/208; Enam, 6/162.)
Diğer taraftan bu dinin talimatlarının uygulanmasına gereken ciddiyeti göstermemek, onun yüce amaçlarının gerçekleşmemesi sonucunu doğuracaktır. Böyle bir ilişki ile din, insanlık için bir saadet ve esenlik, adalet ve barış kaynağı hâline gelmeyecektir. İnsanın dünya ve ahret kurtuluşunu da gerçek manada temin etmeyecektir.
İslam’a mensup olmak, ona inanmak, elbette ki bir fazilettir. Ancak unutmamak gerekir ki bu din, sadece inanılmak ve hürmet gösterilmek için değil, emir ve yasaklarıyla amel edilmek için gelmiştir. (Lokman, 31/22.) Dolayısıyla Müslüman bir toplumda esas olan dinle amel edilmesidir, yoksa saygı gösterilmesi değildir. Çünkü isminden de anlaşılacağı üzere bu Yüce din, kendisine inananlara itaati ve teslimiyeti emretmektedir. (Bakara, 2/131-132.)
Bir toplumda dini sadece kabullenmekle yetinenlerin sayısı çoğalıyorsa bu, o toplumda dinî hayatın çöküşe geçtiği anlamına gelir. Çünkü burada insanlar, ilahî buyrukları yerine getirme konusunda gereken gayreti göstermemektedirler. Neticede din, hayata ruh ve şekil vermemekte, sadece zihinsel bir fantezi, kültürel bir mensubiyet olarak kalmaktadır.
Müslümanların bir kısmı, İslam’ı yaşayamamalarını şu bahaneye sığınarak açıklamaktadırlar: “Ne yapalım, yaşadığımız şartlar böyle gerektiriyor.” Bu mazeret ne kadar geçerlidir? Yaşanan hayat tarzının İslam dışı davranışları telkin ettiği söylenebilir. Ancak bu durumu zamanın dayatması şeklinde değerlendirmek doğru değildir. Çünkü bu, insanın tercih hakkının olmadığı anlamına gelir. Şu hâlde esas zafiyetin bizde olduğunu itiraf etmemiz gerekir. İşi oluruna bırakmış, şartlara teslim olmuş gibi bir hâlimiz vardır.
Kararlı ve disiplinli bir tavır ortaya koyduğumuz takdirde Mevla’nın razı olduğu bir kul olabiliriz. Bu şansımız her zaman bakidir. İnsan son derece olumsuz şartlarda bulunabilir. Ancak bu durumda dahi Rabbine karşı olan bağlılığı ve takva duyarlılığını devam ettirebilir. Yeter ki bunu istesin ve iradesini bu yönde kullansın. Dolayısıyla Müslüman’ın değişik mazeretlere sığınarak ibadet ve ahlakından taviz vermesi, ticarette hak hukuka riayet etmemesi, yiyecek içecekte helali-haramı dikkate almaması, tesettür kurallarını ihlal etmesi, israfa dalması anlaşılır durumlar değildir.
Kişi istediği takdirde bahsedilen konularda Allah’ın razı olduğu bir kul olma şansına pekâlâ sahiptir. Dolayısıyla şartların gerektirmesinden değil de şartlara uyum konusunda bir sakınca görülmemesinden bahsedilebilir. Müslümanlığın bir nefis terbiyesi, bir adanma işi olduğu unutulmamalıdır. Kişi iradesini Allah rızası istikametinde kullandığı ölçüde Müslümandır. Niyet ve kararlılığın olmadığı yerde Allah’ın rızasını kazanmaktan bahsetmek mümkün değildir. Bu, işin tabiatında olan bir durumdur. Geçmişte böyle olmuştur. Bugün de yarın da böyle olacaktır. Eğer Müslümanlar tarihte adalet ve fazilette yüceldi iseler bu tesadüfen meydana gelmemiştir. Aksine azimle, kararlılıkla, şirke, nifaka, fesada direnmekle; şeytani çağrılara yüz çevirerek Rahman’ın yolunda sebatla yürümekle mümkün olmuştur. (Fussılet, 41/30.)