Makale

Şiir ve Din

Şiir ve Din

Prof. Dr. Mehmet Demirci
Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak.

Şiir ve din, verimli ve bereketli bir konudur. Aslında şiir ve din birbirine çok yakındır. İlk şiirler dinî kaynaklıdır. Din adamları halka dinî inanışları aktarabilmek, onları heyecana getirebilmek için şiirden faydalandılar. Ses benzerlikleri ile, kafiyeyle duygulu bir anlatım tarzı geliştirdiler. Nesre yakın olan bu tarz iptidai şiirler, zamanla tekâmül etmiştir.

Söz sihir gibi tesirlidir. Sözün sihir gücünü artırmak için şiir kullanılmış ve din adamları ile başlayan şiirler günden güne gelişmiştir.

Şiir ve musikinin, insanlara tesiri malumdur. Bu bakımından şiir yabana atılmayacak bir tebliğ vasıtasıdır.

Abdürrahim Karakoç “Şiire Dair” isimli şiirinde öyle diyor:
“Şiir bir cennet bahçesi
Girmeyene anlatılmaz.
Cennet nedir, bahçe nasıl?
Görmeyene anlatılmaz.
Şair gülü, şükür gülü
Yaprak yaprak dokur gülü
Her mısradan fikir gülü
Dermeyene anlatılmaz.
İne gönül, kalka gönül
Hep doğruya baka gönül
Hak vergisi. Hakk’a gönül
Vermeyene anlatılmaz.
Şiir toprak kokusudur
Şiir damla damla sudur
Ermişlerin duygusudur
Ermeyene anlatılmaz.
Şairler sultanı Yunus
Her sözü yüz defa yumuş
Aşk bağına dergâh kurmuş
Varmayana anlatılmaz.”

İnanmak ne büyük nimettir. İnandığımız Yüce yaratıcıyı yanımızda hissetmek. Onun nimetlerine şükretmek. Böyle bir idrak seviyesine çıkabilmek...

Nefes almak nimetlerin en başta geleni. Cenab-ı Hakk’ın “Hay” isminin bize yansıması. Hayatımızın devamı nefes almakla sağlanıyor. Nefes darlığı çekenler ne zorluklar yaşarlar. Nefesi alıp da verememek, verip de alamamak vardır. Hayat, canlılık, yaşamak böyle sona erer.

Ancak şuurlu, bilinçli kimselerdir ki nefes aldıklarının farkına varırlar. Hele buna bir de inanç, iman eşlik ederse ne hoş olur.

Ziya Osman Saba’nın “Nefes Almak” şiirini böyle okuyabiliriz:
“Nefes almak, içten içe, derin derin,
Taze, ılık, serin,
Duymak havayı bağrında.
Nefes almak, her sabah uyanık.
Ağaran güne penceren açık.
Bir ağaç gölgesinde, bir su kenarında.
Üstünde gökyüzü, ufuklara karşı.
Senin her yer: Caddeler, meydan, çarşı...
Kardeşim, nefes alıyorsun ya!
Koklar gibi maviliği, rüzgârı öper gibi,
Ananın sütünü emer gibi,
Kana kana, doya doya...
Nefes almak, kolunda bir sevgili,
Kırlarda, bütün bir pazar tatili.
Bahar, yaz, kış.
Nefes almak, akşam, iş bitince,
Çoluk çocuğunla artık bütün gece,
Nefesin nefeslere karışmış.
Yatakta rahat, unutmuş, uykulu,
Yanında karına uzatıp bir kolu,
Nefes almak.
Sürahide, ışıl ışıl, içilecek su.
Deniz kokusu, toprak kokusu, çiçek kokusu.
Yüzüme vuran ışık, kulağıma gelen ses.
Ah, bütün sevdiklerim, her şey, herkes...
Anlıyorum, birbirinden mukaddes,
Alıp verdiğim her nefes.”

Evet, alıp verdiğimiz her nefes birbirinden mukaddestir. Çünkü bize hayat vermektedir, bizim hayatımızın devamını sağlamaktadır.

İranlı Sa’di ne güzel söyler: Nefesi içimize çektiğimiz zaman hayatımızı uzatır. Temiz hava, oksijen ciğerlerimize dolar ve kanımızı temizler. Verdiğimiz her nefes ise bizi ferahlatır, kirlenmiş havayı, karbondioksiti dışarı atmış oluruz.

Sa’di bu sebeple her nefes için iki şükür gerekli olduğunu söyler. Önemli olan ise bu tür şeyleri idrak etmek, kavramaktır. Bütün bunların farkında olmaktır. İşte o zamandır ki her nefesimiz ibadet olur. Yaradan’la gönül bağını devam ettirmiş oluruz. O’nu hemen yanımızda, içimizde hissederiz. Unutmayalım ki Hak Tealâ “Kulum beni nasıl zannediyorsa ben öyleyim” buyuruyor. O’nu yanımızda hissedersek, O bizimle beraberdir.

Kur’an-ı Kerim’de bir surenin adı “şairler” suresidir. 26. sure Şuara suresi olarak bilinir. Burada şairlere pek olumlu gözle bakılmaz. Her sınıf insan gibi, elbette şairlerin de iyisi vardır, kötüsü vardır. Burada iyilik ve kötülüğün ölçüsü şudur: İslam dinine, Allah inancına, Hz. Peygamber’e duyulan saygı ve sevgi veya onlara gösterilen düşmanlıktır. Ayrıca ahlaka uygunluk durumudur.

Şuara suresinin 224- 226 ayetlerinin meali şöyledir:
“Şeytana uyan şairlere, yoldan sapmışlar uyarlar / Bu şairler her vadide boş hayaller içinde şaşkın şaşkın dolaşırlar. / Onlar, yapmadıkları şeyleri söylerler, her şeyi abartarak anlatırlar.”

Bu ayetlerde şairlerin kötülendiği görülür. Bunun sebebi, cahiliye devrinde şairlerin çoğunun olmayan şeyleri söylemeleri, bir gerçeğe bin yalan katmalarıdır. Aşırılığa ve abartıya kaçmalarıdır.

Nitekim bir sonraki ayette bu olumsuzlukların dışında kalan şairler istisna edilir ve denilir ki:
“Ancak iman edip iyi ve yararlı işler yapan, Allah’ı çokça anan, haksızlığa uğrayıp hicve maruz kaldıkları zaman kendilerini savunan şairler bunun dışındadır.”

Kimdir bu istisna tutulan şairler? Bunlar İslam’ı savunan, bu dine yöneltilen hicivlere, sövgülere şiirleriyle cevap veren inanmış şairlerdir. Abdullah b. Revaha, Hassan b. Sabit, Kâ’b b. Malik, ve Kâ’b b. Züheyr gibi.

O Ka’b b. Züheyr ki önceleri Peygamberimize düşmandı. Sonra Müslüman olup Hz. Peygamber’i öven bir kaside yazdı. “Banet suâdü” diye başlayan bu şiir “Kaside-i bürde“ adıyla meşhurdur. İsmini de şuradan alır: Ka’b bu bu şiirini okurken Rasulüllah çok duygulanmış ve üzerindeki yemen hırkasını, yani bürdeyi çıkarıp Ka’b’ın omuzlarına atmıştır.

Ka’b bu hırkayı şiirinin gücü, hikmeti ve büyüsüyle kazandı. Bu değerli hatıra elden ele dolaştı. Nihayet Topkapı sarayındaki Mukaddes Emanetler Bölümündeki yerini aldı. Buraya aynı zamanda Hırka-i Saadet denir.

Demek ki kötülenen bizzat şiirin kendisi değildir. Hikmet dolu şiirler de vardır. Sevgili Peygamberimiz: “Şiirin bir kısmı hikmettir” buyurur.

Cahid Sıtkı Tarancı’nın “Sabah Duası” başlıklı bir şiiri var. Bu dua öyle bildiğimiz, süslü kelimelerden oluşmuyor. Gayet sade, samimi, içten geldiği gibi bir sesleniştir. Sıradan, inanmış bir insanın duyguları şeklindedir. Özentiden uzaktır ve yaşama sevinci ile doludur. Cahit Sıtkı şöyle diyor:

“Sen doğmana bak güzel gün
Gözümü alan aydınlık
Dağlar seninle heybetli
Ovalar seninle sonsuz.
Şükür sayabildiğime
Şehrimin bacalarını
Duası anacığımın:
Her bacada duman gerek.
Bir neşedir ağaçlarda
Yaprak yaprak ışıldayan
Uçan kuşa güle güle
Gönlüm kanatlarındadır.
Artık ayırd ediyorum
Fabrikayı mezardan
Meydan şimdi meydan oldu
Yollar şimdi yola benzer.
Kulak ver ne musikidir
Her doğan günle beraber
Şehirden gelen uğultu
Dinlemeye doyamadığım.
Dilerim ulu Tanrı’dan
Bu mübarek sabah vakti
Okula giden çocuğa
Zihin açıklığı versin.
İşçisine memuruna
Cümlesine cesaret sabır
Açılan pencerelere
Kalkan kepeneklere selam.
Sen doğmana bak güzel gün
Gözümü alan aydınlık
Trenler seninle gider
Vapurlar seninle gelir
Senden her beklediğimiz.”
Ziya Osman Saba’nın “Sebil ve Güvercinler” isimli bir şiiri var. İsmi de çok hoş.

Sebil: Burada selsebil anlamındadır. Selsebil: Yekpare mermerden ince bir işçilikle oyularak yapılan çeşme aynasıdır. Bir duvara yerleştirilir. Üzerinde küçük, zarif çıkıntılar şeklinde su yalakları bulunur. Sebilde sürekli akan su, en üstteki yalaktan aşağıdakilere döküle döküle iner. Bu sırada tatlı ve dinlendirici bir ses çıkarır. Ayrıca çevreye serinlik verir.

Güvercin, sevimli bir kuş türüdür. Hz. Peygamber’in hicret yolculuğu malum. O sırada saklandığı mağaranın önüne bir güvercinin yuva yaptığı hikâye edilir. Bu yüzden güvercin yarı kutsal sayılır.

Bir su kaynağı düşünün; güvercinler oraya topluca su içmeye geliyorlar. Bu sırada süzülmeleri, çırpınmaları, takla atmaları hoş bir görüntü oluşturur. Hele bu hadise bir sebilin şakırdayan sularında olursa, daha da hoş bir görünüm verir. Şiir şöyle:

“Çözülen bir demetten indiler birer birer,
Bırak, yorgun başları bu taşlarda uyusun.
Tutuşmuş ruhlarına bir damla gözyaşı sun,
Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler...
Nihayetsiz çöllerin üstünden hep beraber
Geçerken bulmadılar ne bir ot ne bir yosun,
Ürkmeden su içsinler yavaşça, susun, susun!
Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler...
En son şarkılarını dağıtarak rüzgâra,
Beyaz boyunlarını uzattılar taslara...
Bir damla suya hasret gideceklermiş meğer.
Şimdi bomboş sebilden selviler bir şey sorar,
Hatırlatır uzayan dem çekişleri rüzgâr
Mermer basamaklarda uçuşur beyaz tüyler.”


“Din adamları halka dinî inanışları aktarabilmek, onları heyecana getirebilmek için şiirden faydalandılar. Ses benzerlikleri ile, kafiyeyle duygulu bir anlatım tarzı geliştirdiler. Nesre yakın olan bu tarz iptidai şiirler, zamanla tekâmül etmiştir.”