Makale

Şair ve Tabiat

Şair ve Tabiat
Mustafa Özçelik

Modern(!) hayat, bizi tabiattan kopardı. Oldukça mekanik bir yaşantımız var. Bu hayatın içinde ne yazık ki tabiat ve ona ait unsurlar (ağaçlar, bitkiler, hayvanlar...) yok. Durum böyle olunca böylesi bir hayat şiirde de etkilerini göstermekte ve tabiatsız, dolayısıyla mekanik bir şiirle karşı karşıya kalmaktayız. Bu da şiirde doğallığı, canlılığı ortadan kaldırmakta ve böylesi bir şiir içimizde bir karşılık bulamamaktadır.

Günümüzde şiire yönelik ilgisizlikte bu durumun etkili olduğunu düşünüyorum. Zira tabiattan kopmak kendinden ibaret bir hadise olarak kalmamakta, peşinden hayattan kopmayı da getirmektedir. Böylece şiiri besleyen bu iki büyük zenginlikten; hayat ve tabiattan kopan şair dört duvar arasında şiir adına ancak “zihni bir üretim”i gerçekleştirmekle karşı karşıya kalmaktadır. Bu da şiiri tamamen yapay, kurgusal bir metne dönüştürmektedir.

Kelimelerin “büyülü dünya”sına aşina her insan bilir ki her kelimenin bir sesi vardır ve kelime bu sesi tabiattan alır. Hayatta olup bitenler de kelimelerin muhtevasını oluşturur. Anlam zenginliği bu muhteva ile ortaya çıkar. Bu da tabiata ve hayata “özge bir bakış”ı gerekli kılar. Biliyoruz ki; tabiatta bulunan her şey bir “ayet” hükmündedir. Hakikat ve estetik adına kitabi ayetler kadar bu ayetlerin de okunması, üzerinde düşünülmesi, dolayısıyla bir şiir ikliminin zenginliğinin bu şekilde de kurulması gerekir.

Türk şiirinin geçmişine baktığımızda şairin hayat ve tabiatla alış veriş bakımından yaşadığı yoğunluğu, hayat ve tabiatla kurduğu zengin ilişkiyi görmemek mümkün değildir. Tabiatın en stilize biçimde ele alınıp yorumlandığı Divan şiirinde bile çiçeklerden, bitkilerden oluşan sıcak, renkli tablolar vardır. Halk şiiri ise baştan sona tabiatın çağıltısını taşır içimize... Tekke şiiri her ne kadar belki kelimelerin anlatımda çaresiz kaldığı “özge bir dünya”yı anlatıyor olsa bile o da tabiattan alınan benzetmeleri, rumuzları kullanır. Kısacası, edebiyat, hayat ve tabiat dekorludur baştan sona... İnsan bu dekor içinde anlatılır.

Ne yapmalı? Eğer, kalıcı, insanı, hayatı ve tabiatı kuşatıcı bir şiirin inşası önemli görülüyorsa geleneğin bugüne eklemlenmesi gerekiyor. Bunun için şiirleriyle yüzyıllarca insan gönlünde makes bulmuş şairler, bugünün kültür iklimine taşınmalı, hayat gibi edebiyatın da bir “devam” meselesi olduğu üzerine bir anlayış birliği geliştirmeliyiz. Divan, halk ve tekke şiirimiz “arkaik ve folklorik” birer malzeme olarak inceleme konusu olmanın ötesinde hayata ve tabiata yaslanan yönüyle çağdaş şiirimizi de beslemelidir. Değilse şiir iklimimizdeki bu kuraklık devam edecek, şairler yazmaya devam etse bile okurla bir gönül bağı kuramayacaklardır.

Bu noktada aklıma gelen şu menkıbe belki meseleyi izah anlamında bize yol gösterebilir. Menkıbe şöyle: Tabtuk Emre bir gün müridlerine, “Bugün hepiniz dağa çıkınız ve bana çiçeklerden demetler getiriniz. En güzel demeti hazırlayana bir hediyem olacak.” dedi. Dervişlerin hepsi kırlara çıktı. Demet demet çiçekler hazırlayıp şeyhlerine koştular. Yunus en sona kalmıştı. Akşam üstü tek bir papatya ile çıkageldi. Zaten Yunus’a karşı gizli bir haset içinde olan bazı dervişler; ”Şuna bakın hele!.. Bula bula bir tek papatya getirmiş, diye fısıldaştılar. Tapduk, olayın hikmetini Yunus’tan sordu. Yunus: “Şeyhim, kırları dolaştım, hangi çiçeğe varsam Allah’ı zikreder buldum. Hiçbirini koparamadım. Akşama doğru bir papatya bana seslendi: ‘Gel derviş Yunus. Benim kellemi kopar. Ben bugün Rabbime zikirden gafil oldum. Ölmek bana haktır, beni götür şeyhine’ diye inledi. Ben de size onu getirdim.”

Menkıbeleri okumak ama üzerinde düşünmemek çağımızın bir hastalığı... Zira zihinlerimizden pozitivist tortuyu bir türlü atamıyoruz. Hayata, tabiata, insana her ne kadar İslami bir duyarlıkla baktığımızı söylesek bile bu pratikte böyle olmuyor. Sonuçta “ilim” diyoruz, “deney” diyoruz. Oysa, menkıbeler, ilim adamı için gözlem, deney nitelikleri taşımasa bile sonuçta insanlar tarafından oluşturulmuş metinlerdir. Dolayısıyla özleri itibarıyla bir gerçeğe tekabül ederler. Yani onları bu anlamda menkıbeye konu olan kişinin “sivil bir biyografisi” olarak görmek yanlış olmayacaktır. Bu durum Yunus menkıbeleri için de böyledir. Bence her menkıbe, Yunus’un hayatının bir yönüne ışık tutar.

Bu menkıbe de öyledir. Burada karşımızda, tabiatta bulunan varlıkların dilini anlayacak bir gönül saflığına ulaşmış bir şair vardır. Onun “zikir” meselesini öncelediği aklımıza gelebilir. Bütün bunlar doğrudur ama; buradan şair ve şiir adına çıkarılabilecek bir sonuç da vardır. O da şudur: Gözün görmesi, kulağın işitmesi, elin tutması sadece fiziksel gerçeklikle anlaşılabilecek bir mesele olmadığına göre beden gözünü can gözü, beden kulağını can kulağı haline getirmek gibi bir durum da vardır ortada... Ve hayata mümince bakan biri için bu durum bir imkânsızı ifade etmez. Bir hedefi ifade eder. Zaten şiirin bir sanat meselesi olmasının yanı sıra bize hakikatten sesler ve renkler taşıması da bununla ilgilidir.

Şiir, bu anlamıyla sadece aklın ürünü olan bir tür değildir. Bir gönül dilidir aslında şiir... Kendi içinde, tabiatta ve hayatta yolculuklara çıkabilenlerdir şair dediğimiz kimseler. Eğer onlar sadece beden gözüyle görülebileni anlatsalardı yazdıkları şiirden başka bir şey olurdu. Öyleyse şiire bir gönül dili olarak bakmak gerekiyor. Böyle olduğunda onun hayatla ve tabiatla dolayısıyla insanla kucaklaşması daha kolay olacaktır. O zaman bir mısra bizde, içimizde, gönlümüzde bir yerleri titretecek ve biz şairin önümüze açtığı metafizik dünyanın sularına girebileceğiz demektir