Makale

Seher vaktinde dehşet

Seher vaktinde dehşet
Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
İsrail; milletlerarası Yahudi örgütlerinin uzun ve mücadeleci politikaları sonucunda Musevilerce “Arz-ı mev’ud” sayılan topraklar üzerinde 1948 yılında kurulan bir devlettir. Bu ülke; kuruluşunun üzerinden 62 yıl geçmesine rağmen hiç ara vermeden sürekli bölgeyi germiş, tahrik etmiş, artık kan ve savaşla anılacak hale gelmiştir. İlk yıllarda Mısır, Suriye, Ürdün ve Lübnan gibi ülkelerle hasım olmuş ve onlarla savaşmıştır. Fakat bu süre içerisinde esas itibarıyla hedef kitlesinde hep Filistin halkı olmuştur. Bu zavallı ve çaresiz topluma yapılmadık zulüm ve haksızlık kalmamıştır. Çünkü bunların güç, kuvvet, silah ve savunmaya yönelik hiçbir dönemde caydırıcı müeyyideleri olmamıştır. Gerçeği ifade etmek gerekirse komşu ülkeler, dünyada söz sahibi olan devletler veya hakem konumunda olması gereken merciler de Filistin davasında etkili ve çözümleyici olamamışlardır. Bu nedenle yarım asırdan bu yana Filistin problemi, her geçen gün yuvarlanan kartopu gibi büyüyüp gitmektedir. Dolayısıyla her defasında sudan bahanelerle bu garip, yoksul ve savunmasız insanların toprak evleri başlarına yıkılmıştır. Kadın, çocuk, yaşlı, hasta ve sivil ayırımı yapılmaksızın kimileri öldürülmüş, kimileri de göçe zorlanmıştır. Bir kısmı da hiçbir haklı gerekçe olmadan tutuklanarak cezaevlerinde işkencelere maruz bırakılmıştır.

Zor ve baskı yoluyla ele geçirilen bu kanlı topraklar, Yahudi yerleşimine açılarak ya üzerinde ev, bina yapılmış veya tarım, ziraat ve ticaret alanı olarak kullanılmıştır. İslam dünyası için özel bir yeri olan Kudüs ve Mescid-i Aksa ile ilgili tutum ve eylemleri ise ayrı bir üzüntü ve endişe kaynağı olmuştur. Her geçen gün Müslümanlar tahrik edilerek sabırları taşırılmaktadır. Çok gerilere gitmeye gerek yoktur. Son birkaç yıldır Filistin halkının yaşadığı bu dramatik olaylar görsel ortamda ekrana gelse hiçbir yürek onları seyretmeye tahammül edemez. Çocukların göklere yükselen çığlığı, annelerin feryadı, silah sesleri, bombalar, toz duman içinde taşınan yaralılar ve cenazeler… Hangisine üzülüp ağlarsınız? Acı ve kan içinde kıvranan çaresiz Filistinlilere mi? Yoksa merhamet, barış ve insanlık değerlerini tüketmiş fanatik İsrail yetkililerine mi?

Gerçekten içler acısı bir tablo. Her geçen gün daha nazik ve hassas bir durumla karşılaşılmaktadır. En son çeşitli milletlere ve inançlara mensup bir grup gönüllü, “İnsani Yardım Vakfı” öncülüğünde bir araya gelerek yardım kampanyası düzenliyor. Aslında bu organizasyon bile kolay olmamıştır. Bu olaya emek ve destek verenler muhtemelen aylar öncesinden hazırlıklara başlamışlardır. Bölgeye götürülecek acil ve öncelikli yardım malzemeleri belirlenmiştir. Başka nakil vasıtalarıyla ulaşım mümkün olmadığı için çözüm olarak birkaç yük gemisi kiralanmıştır. İkinci aşamada bu gemileri, yardım malzemeleriyle doldurularak hayır sahiplerine ulaştırılmıştır. Daha da önemlisi toplanan yardımlara refakat etmek ve bunları Gazze’deki gözü yaşlı insanlara teslim etmek amacıyla duyarlı, kararlı ve gönüllü insanlar bir araya gelmiştir. Üstelik bu gönüllüler; sadece bir şehrin veya ülkenin insanları da değildir. Aksine 33 ülkeden bir araya gelen, ırkları ve inançları birbirinden farklı kişilerden oluşmuştur. Böylece zor ama bir o kadar da hayırlı bir yardım konvoyuna refakat etmeye karar vermişlerdir. Bütün bu gelişmeler, şeffaf ve herkesin gözü önünde tamamlanmıştır. Gemide ateşli silah yok. Bomba yok. Asker yok. Polis yok. Sadece yardım malzemeleri üzerine inşa edilen bir kervan. İçlerinde medya mensuplarının da bulunduğu bu sivil toplum; konumlarını ve maksatlarını defalarca deklare etmişlerdir. Nihayet gemilere; bu söylemlerini tescil eden “Beyaz Bayrak” asmak suretiyle şüphe ve endişeye yer bırakmayacak şekilde önlem almışlardır.

Tamamen insani yardım ve barış amaçlı bu gemiler; yol boyunca kurallara riayet etmek suretiyle uluslar arası sularda seyrederek, seher vaktinde Gazze’ye yaklaşmışlardı. Kim bilir yolları kesilmeseydi birkaç saat sonra yardımlar hedefine ulaşacaktı. Fakat ne yazık ki tam rahmet ve bereketin yeryüzünü kapsadığı bu şafak vaktinde İsrail askerleri bir savaş hazırlığı ve edasıyla gemileri kuşatarak içindeki masum yolcuları silahla taramaya başlamışlardır. Ne yazık ki bu barış gemisi tek taraflı bir eylemle kan gölüne dönmüştür. Aynı anda dokuz kişi ölürken kırk kişi de yaralanmıştır. Diğerleri ise, korku ve baskı altında elleri kelepçelenerek sindirilmişlerdir. Bu olayı ilk kez 31 Mayıs gecesi sabah saat 04.30 sıralarında televizyonlarda canlı olarak izlediğimde nefesim kesildi. Yüreğim ağzıma geldi. Televizyona baktıkça perişan oldum. O sabah aylık yazımı yazmaya başlamıştım. Konuyu değiştirdim ve bu olayı yazmaya karar verdim. Ülkemiz adına yetkililer; konunun siyasi ve devletlerarası boyutuna zamanında müdahil olmuşlardır. Belki de ilk kez dünya kamuoyunun dikkati; böylesine haksız bir saldırı ve baskı üzerinde yoğunlaştırılmıştır. Bu olumlu gelişme, bizim için bir teselli kaynağı olmuştur. Sözü buraya kadar gelmişken olayı biraz da din, tarih, insan hayatı, kişi hak ve özgürlükleri açısından irdelemeye çalışalım:

Öncelikle şu hususun altını çizmek gerekir. Gemileri basmak üzere planlanan zaman dilimi ve saat son derece düşündürücüdür. Bu talihsiz olay için seher vakti diğer bir ifade ile daha gece karanlığının hüküm sürdüğü bu an bilerek ve kasıtlı seçilmiştir. Çünkü insanların bir bölümü bu saatte yorgun, uyku ve istirahat halindedir. Diğer taraftan karanlıkta yapılan baskın psikolojik olarak daha korkutucu ve işlenen suçu gizlemeye daha uygundur. Öyle anlaşılıyor ki bu eylemi düzenleyenlerin kalpleri de gece gibi karanlıktı. Her türlü acıma, sevgi, şefkat ve barıştan yoksundu. Zira bütün semavi dinlere göre seher vakti; rahmet, huzur, dua, esenlik ve sükûnet anıdır. Ne yazık ki bu seher vaktinde; İsrail politikası; kin, zulüm, vahşet ve kan ile şekillenmiştir. Karanlık aydınlığa tercih edilmiştir. İnsanlara duyulan kin ve nefret bir kez daha dışa vurulmuştur. Oysaki bir saat daha beklenip gün ışığında insani ve diplomatik görüşmelere fırsat tanınsaydı bir çözüm yolu bulunabilirdi. Böylece aklıselim ve sağduyu ile konu, sükûnete kavuşturulabilirdi. Bu durumda kimsenin bornu kanamayacağı gibi insanlık tarihine da böyle bir kara leke düşmezdi.

Şüphesiz ki genelleme yapmak doğru değildir. Bütün Yahudilerin bu olayı tasvip ettikleri de söylenemez. Nitekim aralarında Musevi ve Hristiyanların da bulunduğu birçok sağduyu sahibi insan veya kuruluş olayı kınamışlardır. Dünyanın birçok başkentinde yapılan toplantı, miting, yürüyüş ve basın açıklamalarıyla tepkilerini dile getirmişlerdir. Türkiye de; gerçekten bu hain saldırıyı; aynı gece İskenderun’da şehit edilen altı asker ile birlikte konumuna yakışır bir üslup, anlayış ve soğukkanlılıkla değerlendirerek bütün şehitlerimizi millet olarak bağrına basmıştır. Yaralıların ve diğer bütün gönüllülerin çok kısa bir sürede ülkemize intikallerini sağlamış ve kendilerine en üst düzeyde destek vermiştir. fiüphesiz ki bu olumlu gelişmeler, gelecekle ilgili ümidimizi biraz daha arttırmaktadır.

Zannederim şu olay; okuyucularımızın hafızasında henüz silinmemiştir. Yaklaşık iki yıl önce idi. Masum Gazze halkının üzerine, 28 gün boyunca yağdırılan bombalarla yüzlerce çocuk, kadın, yaşlı ve sivil insan ölmüştür. Bir o kadarı da yaralı ve sakat kalmıştır. Yokluk içinde kıvranan bu yaralılara da yaşayan ölüler demek mümkündür. Hâlâ yiyecek, içecek, ilaç ve tıbbi malzeme yok. Cami, okul, hastane ve evler yıkılıp harabe olmuşlardır. Çadırlarda eğitim yapılmaya çalışılıyor! Yıkılan bina ve sosyal tesisleri yeniden inşa etmek için malzeme temin edilemiyor. Sözde savaş bitmiş fakat hâlâ bu insanların zerre kadar hareket kabiliyetleri ve özgürlükleri yoktur. Modern dünyanın gözü önünde bir açık cezaevi gibi yalnızlığa hatta ölüme terk edilmişlerdir. Ne yazık ki dünya kamuoyunun da bu manzara karşısında duyarlı davrandığı söylenemez. Her şey göz önünde. On binlerce boynu bükük insan. fiimdi bunlar ne yapsınlar? Kime yalvarsınlar? Kimi kime şikâyet etsinler?

Yine üç yıl önceydi. Filistin’deki bir çatışmada; silah sesleri ve kurşunlar arasında kalan 13-14 yaşlarındaki bir kız çocuğu çevresine ve dünya kamuoyuna şöyle sesleniyordu: “Yazıklar olsun size! Yazıklar olsun size! Yok mu bu kanı ve vahşeti durduracak kimse? Yok mu bize, annemize, babamıza ve halkımıza yardımcı olacak kimse? Bu zulüm ve haksızlık ne zaman bitecek?” Sanki bu çığlığı tekrar duyar gibiyiz. Kendi adıma söylüyorum bu ses her aklıma geldiğinde mahcup oluyorum. Başka bir çatışmada ise; babasının arkasına sığınıp eteğine tutunan ve titreyen bir çocuk; İsrail askerleri tarafından özellikle nişan alınarak karnından vurulmuştu. Aslında bu tür üzücü olaylar anlatmakla bitmez. Önemli olan artık bunların tekrar etmemesidir. Umarım ki yardım gemisi, Türkiye’nin feryadı ve dünya kamuoyunun ikazı; bir kez daha bölgede olup biten olayların değerlendirilmesine vesile olur. Filistin halkı da, her medeni toplum gibi rahat bir nefes alır. Daha da önemlisi hasreti çekilen Orta Doğu’nun barış ve huzur kapısının aralanmasına katkı sağlar.