Makale

Tevhid-i tedrisat ve diyanet hizmetleri - II

Dünden Bugüne Diyanet İşleri Başkanlığı


Dr. Mehmet Bulut
DİB / Uzman

Tevhid-i tedrisat ve
diyanet hizmetleri – II

Bir önceki yazımızda Tevhid-i Tedrisat’a konu olması açısından medreseler hakkında özet bazı bilgiler sunmaya çalışmıştık. Konunun devamı olmak üzere bu yazımızda Osmanlı’nın son dönemleriyle Büyük Millet Meclisi hükûmetleri sırasında medreseler çerçevesindeki ıslahat çabalarını ve bu kurumların 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat kanununa dayanılarak kapatılmalarından hemen önceki durumlarını tespite çalışacağız.

Geçen sayıdaki yazımızda bu konunun Diyanet hizmetleriyle ilintisine kısaca temas etmiştik. İlave olarak şunu da hatırlatmamız yerinde olacaktır: Gerek Osmanlı’nın son dönemlerinde, gerek TBMM hükûmetleri yıllarında medreselerde; gerekse Tevhid-i Tedrisatla açılan, ancak uzun ömürlü olamayan İmam ve Hatip mektepleriyle Darülfünun İlahiyat Fakültesinde şu veya bu sürede eğitim görmüş olanlardan bir kısmı, Diyanet İşleri Reisliğinin ilk yıllarında din hizmetinde bulunmuşlar ve bunlar, 1950’lere kadar süren dönemde halka İslam dinini öğretmeye ve zor şartlarda din hizmeti sunmaya çalışmışlardır.

Medreselerde ıslahat çabaları
Meşrutiyet’in ilanıyla (1908) birlikte öncelikle medreselerde ıslahat yapılarak buralardaki eğitim-öğretim faaliyetlerinin çağdaş bir düzeye getirilmesine ihtiyaç duyuldu. Bu amaçla birtakım yasal düzenlemelerle, o döneme kadar medreselerde sürdürüle gelmiş olan sakim usullerin kaldırılıp yerine yeni eğitim-öğretim usullerinin ikame edilmesi ve böylece öğrencilerin daha iyi yetiştirilmesi için çaba sarf edildi. Ayrıca bu dönemde vasıflı din hizmetlileri yetiştirmeye yönelik yeni meslek ve ihtisas kurumları açıldı. Bu çabalara medrese hocaları da çoğunlukla destek verdiler.

Sözünü ettiğimiz nitelikteki ilk icraat 1326/1910 tarihli Nizamname ile başlamıştı. Bu tarihe kadar medreseler yazılı olmayan kanunlarla/ilkelerle idare olunuyordu. Medresede öğretim süresi ve buralara öğrenci kabulünde herhangi bir ön şart aranmamıştı. Her medrese öğrenciyi kendisinin belirlediği bir süre buyunca -ki bu 12-15 sene kadar olmaktaydı- okuttuktan sonra ona bir icazet (diploma) verirdi. Medreseye kabul için bir yaş sınırlaması da yoktu; nitekim bu durum yakıştırma bir sözle “isterse 8 yaşında gelir, 68 yaşına kadar medresede kalabilirdi” şeklinde ifade edilmiştir.

Sözünü ettiğimiz 1326/1910 tarihli Nizamname ile medreseye giriş şartları tespit edildi; öğrenciliğe kabul için bir mektep diplomasına sahip olmak şartı arandı, öğrenim süresi de 12 yıl olarak belirlendi. Ayrıca ders kitapları hazırlandı, müfredata yeni dersler eklendi. Hadis ve tefsir dersleriyle birlikte fen, matematik, astronomi, tarih ve coğrafya dersleri de programa alındı. Her ders yılı sonu sınıf imtihanları yapılmaya başlandı. Medrese hocaları da bu yeni uygulamadan memnun kalmışlardı. Medreseler için en büyük kusur olarak çağdaş gelişmelere bigâne kalmak ve bunları istememek gösterildiğine göre, hocalar bu yeni uygulama karşısında memnuniyetlerini ortaya koymakla, çağın ihtiyaçlarını artık anlamış bulunduklarını, bundan böyle kendilerinin de yenilik ve gelişmelere açık olduklarını zımnen ilan etmiş oluyorlardı.

Adı geçen nizamname ile başlayan yeni teşkilatlanma zamanla geliştirildi, ihtiyaca göre değişiklikler yapıldı. Nihayet 18 Eylül 1330/1914 tarihli Nizamname ile medreseler esaslı ve çağdaş bir eğitim kurumu haline getirildi. Şöyle ki;

Zamanın şeyhülislamı ve Maarif Nazırı Hayri Efendi (1867-1921)’nin gayretleriyle yapılan bu nizamnamenin 1. maddesiyle İstanbul’daki bütün medreseler bir medrese itibar edilmiş ve bu şekliyle adına “Dârü’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi” (biz bu makalede kısaca “Darülhilafe” şeklinde yazacağız) denilmiştir. Bu medresenin öğrenim süresi 12 yıl olarak kabul edilerek bu müddet; Tâli Kısm-ı Evvel, Tâli Kısm-ı Sâni ve Âli olmak üzere üç kısma ayrılmış, her kısmın öğrenim süresi de dört sene olarak tespit edilmişti. Her kısım bir genel müdürün idaresine tevdi edilmişti. Bu medreseden mezun olanlardan gerekli şartları taşıyanlar için bir ihtisas kurumu olmak üzere, eğitim süresi iki yıl olan “Medresetü’l-Mütehassısîn” açılmıştı. Böylece toplam 14 yıllık bir eğitim süreci söz konusuydu. Darülhilafe medresesine girebilmek için rüştiye (ortaokul) veya 6 yıllık bir ilköğretim mektebinden mezun olmak şartı aranmıştı. Kendi kadrolu öğretmenleri yanında fen, felsefe, sosyoloji, Fransızca, İngilizce, Rusça, Almanca dersleri için dışarıdan hocalara da ders verdiriliyordu.

Buna göre Darülhilafe medreseleri, Osmanlı ülkesinde yaygın halde bulunan ilmiye medreselerinin Şeyhülislam Hayri Efendi öncülüğünde ıslah edilip daha iyi bir konuma getirilmiş şekli oluyordu. Zamanla bütün diğer medreselerin de Darülhilafeye dönüştürülmesi planlanmıştı. Fakat Birinci Dünya Savaşı araya girince Darülhilafelerin arzu edilen teşkilatı tamamlanamamış, ülke çapında yaygınlaştırılamamıştı. Ancak her şeye rağmen varlıklarını sürdürmüşlerdi.

Sözünü ettiğimiz düzenlemelerden itibaren medreselerde artık eski tarzda eğitim verilmemiş, öğrenciler cami ve mescitlerden dershanelere; yani okullara alınmış ve sınıflar oluşturulmuştur. Memleketin selameti namına, Osmanlı’nın son döneminde de çok arzu edilen öğretim ve eğitim birliği böylece fiilen husule gelmişti. Ayrıca öteden beri telâffuz edilen, “asrın ihtiyaçlarını idrak etmiş hocalar lazım” söylemi gerçekleşme yoluna girmiş oluyordu.

Musa Kâzım Efendi (1858-1920)’nin şeyhülislamlığı döneminde, 23 Nisan 1333/1917 tarihli “Medaris Kanunu” ile Hayri Efendi tarafından oluşturulan söz konusu düzenlemede birtakım değişiklikler yapıldı. Esas muhafaza edilmekle birlikte medresenin tâli ve âli bölümlerinin öğretim süreleri 3 yıla indirildi. Medresetü’l-Mütehassısîn ise 3 yıla çıkartıldı. Altı yıllık iptidai mekteplerin son iki sınıfına muadil “ihzari” adıyla iki sınıf daha açıldı. Sonuçta öğrenim süresi Mütehassısîn bölümüyle birlikte yine 14 yıl oluyordu.

Bu kanun ve bu kanuna istinaden çıkartılan 19 Teşrini Evvel 1333/Ekim 1917 tarihli Medaris Nizamnamesi ile dinî eğitime yeni bir ruh verilmeye çalışılmıştı. Böylece dersiamlık ve müderrislik sağlam esaslara raptediliyor, öğrencilere de ihtisas imkânları sağlanıyordu. Bu iyileştirmeler taşra medreselerine de yansıtılmıştı.

Meslekî din eğitimiyle ilgili olmak üzere Osmanlı’nın son dönemlerinde açılmış olan şu medreseleri de hatırlatmamız uygun olur:

Medresetü’l-Vâizin: Nitelikli vaiz yetiştirmek üzere Evkaf Nezaretine bağlı bir ihtisas medresesi olarak 1913’te açıldı. Nizamnamesinde kuruluş amacı, Kur’an ahkâmı ve Nebevî sünnet dairesinde içtimai güzel öğütlerde bulunabilecek, “Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın müessis-i medeniyet ve fazilet” olduğunu insanlığa yayabilecek yetkin vaizler yetiştirmek olarak ifade edilmişti. Birinci Dünya Savaşı’nın olumsuz şartlarında hedefine ulaşamadı.

Medresetü’l-Eimme ve’l-Hutaba: Vasıflı imam ve hatip yetiştirmek, böylece imam ve hatiplik görevlerine seviye kazandırmak amacıyla 1913’te kuruldu. İmam ve Hatiplik ile Ezan ve İlahi olmak üzere iki bölümden oluşuyordu. Ancak bekleneni veremedi. İsim olarak, daha sonra Tevhid-i Tedrisatla açılan “İmam ve Hatip Mektebi”ne kaynaklık ettiği de düşünülebilir.

Medresetü’l-İrşad: Yukarıda değinilen Medresetü’l-Vâizin ile Medresetü’l-Eimme ve’l-Hutaba’nın birleştirilmesiyle 1919 yılında açıldı. İdaresi Meşihata bağlı Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye verilmişti. Bu medresenin vaizlik şubesini bitirenlerden yapılan sınavları kazananların askeri kıta imamlıklarına, vilayet, liva ve kasaba vaizliklerine tayinleri düşünülmüştü. İmam ve hatiplik bölümünü bitirenler ise imamlık, hatiplik ve müezzinlik görevlerine tercihan atanabileceklerdi.

Medresetü’l-Mütehassısîn: İslami bilimler uzmanı ve yetkin müderris yetiştirmek amacıyla ve bir yüksek öğrenim kurumu olarak 1917’de kurulmuştu. Öğrenim süresi dört yıl olan medrese üç ayrı ihtisas bölümüne (Tefsir-Hadis/Fıkıh-Üsûl-i Fıkıh/Kelâm-Tasavvuf-Felsefe) sahipti. Bilahare “Süleymaniye Medresesi” adını aldı. Ancak, diğer ihtisas ve meslek medreseleri gibi bu yüksek din öğretimi kurumundan da arzu edilen sonuç alınamadı.

Din eğitim ve öğretimi alanında yukarıda sayılan üç teşebbüsten arzu edilen sonuçlar alınamamış olsa da bunlar, nitelikli ve kaliteli din hizmetlisi yetiştirme yönünde Osmanlı’nın son döneminde gösterilen çabaları ortaya koyması açısından son derece önemlidir.

Medreseler için son ve esaslı bir ıslahat çalışması da TBMM hükümetleri (1920-1923) yıllarında yapıldı. Bu çabayı da Osmanlı’nın son yıllarındaki iyileştirme gayretlerinin bir devamı sayabiliriz.

İstiklal Savaşımızın bütün hızıyla davam ettiği o çetin günlerde Birinci Büyük Millet Meclisi medreselerin yeni baştan ıslah ve ihyasına ve buralardaki öğretimin çağdaş bir düzeye çıkartılmasına himmet etmiş, bu cümleden olarak, bu kurumların bağlı bulunduğu Şer’iye Vekâleti’nin de çabaları sonucu hazırlanan “Medaris-i İlmiye Nizamnamesi”ni 8 Mayıs 1921’de kabul etmiştir. Bununla ülkemizin hemen her tarafında bulunan ilmiye medreselerine bir seviye kazandırılması amaçlanmıştı.

Aynı yıllarda sayıca az; ancak daha ileri bir müfredat programına sahip olan Darülhilafe medreselerinin programları, çağın gerekleri ve memleketin ihtiyaçlarına en uygun bir şekilde yeniden düzenlenirken sayılarının artırılması için de çalışmalar yapıldı. Buna göre sayıları 1920-1922 yıllarında 15 olan Darülhilâfelerin sayısı 1924’e gelindiğinde; yani tevhid-i tedrisat öncesi 21’e çıkartılmıştı. M. Kemal Paşa da dâhil olmak üzere dönemin yetkililerinin önemli bir kısmı Darülhilafelere büyük önem veriyorlardı. Bu eğitim yuvalarının kuruluş amacını ve buralardan beklentilerini, “Çağın ilim ve fenleriyle mücehhez, şeriatın ruhuna vakıf öğrenci yetiştirmek...” gibi ifadelerle dile getirmişlerdi.

Özetle belirtmek gerekirse; gerek Osmanlı’nın son yıllarında gerekse TBMM hükûmetleri döneminde yapılan çalışmalar sonucu, ülkenin o yıllarda içinde bulunduğu bütün olumsuz şartlara rağmen, medreselere önemli ölçüde çekidüzen verilmiş ve buralarda verilen eğitim ve öğretime belli bir seviye kazandırılmıştı.

Bu yazının başından beri dercettiğim malumatla temellendirmek istediğim hususlardan, yapmak istediğim tespitlerden biri şudur: Tevhid-i Tedrisat’ın kabul edildiği yılda/yıllarda, ülkemizin o günkü imkânları ve eğitim-öğretim kurumlarının genel durumu da göz önüne alındığında medreseler, kapatılmalarını haklı kılacak kötü bir durumda değildi; başka bir ifade ile mevcut durumları kapatılmaları için bir gerekçe olamazdı.

Evet, savaş yılları süresince medreselere gerekli tahsisat ayrılamamış ve buralarda düzenli bir eğitim ve öğretim de sağlanamamıştı. Esasen bu keyfiyet bütün eğitim kurumları için söz konusu idi. Ancak savaşın sona ermesini müteakip diğer eğitim kurumları gibi medreselerin “terakki ve teâlisi” için de gerekli ilginin gösterileceği umuluyordu. Öte yandan bu yıllarda, sayıları bir hayli azalmış olsa da ülkemizin gerçekten ihtiyaç duyduğu iyi yetişmiş hocalar bulunduğu gibi, yukarıdan beri izaha çalıştığımız iyileştirmeler sonucu artık modern diyebileceğimiz bir hale getirilmiş medreselerde iyi bir eğitim almakta olan binlerce öğrenci vardı. Kaldı ki, yukarıda da değindiğimiz gibi, başta M. Kemal Paşa olmak üzere birçok devlet yetkilisi çeşitli vesilelerle, Darülhilafeler başta olmak üzere medreselerdeki gelişmelerden memnuniyetlerini ifade etmişlerdi. Bu bağlamda, Diyanet İşleri Başkanlarımızdan rahmetli Ahmed Hamdi Akseki’nin 1950 yılında hazırladığı “Din Tedrisatı ve Dinî Müesseseler Hakkında Bir Rapor” başlıklı yazısında da naklettiği bir hadiseye burada yer vererek bu yazıyı tamamlamak istiyorum.

M. Kemal Paşa, bir Konya ziyareti sırasında, 5 Şubat 1923’te Konya Darülhilafe Medresesi’ni de teftiş ediyor. Fransızca, hadis, fıkıh, coğrafya derslerine girerek sınıfta öğrencilerle uzun uzadıya sohbet ediyor. Öğrencilerin çağdaş düşüncelerden haberdar olduklarını görmekten mutlu oluyor. Gördükleri karşısında duyduğu memnuniyeti şu sözlerle dile getiriyor:

“Memnuniyetle görüyorum ki, tedris ve tederrüs cidden hakikat-i diniye dâhilindedir. İnşallah memleketimizi, milletimizi ihyâ edecek asri ve hakiki ulema -faziletkâr müderrislerimiz sayesinde- siz olacaksınız. Kıymetli ve hakiki ulemamızın mevkii yüksektir. Ulemamızın ve erbab-ı ilim ve irfanımızın himmeti ve irşatlarıyla inşallah İbn-i Rüşd’ler, İbn-i Sînâlar, Fârâbî’ler, İmam-ı Gazâlî’ler milletimizin içinden çıkarak, bu asrın tekâmülatıyla mücehhez olarak, ihya-yı hakikat-i diniye eyleyeceklerdir. Aksekili Ahmet Hamdi Efendi’yi tebrik ve kendilerine teşekkür ederim. Meşhudatımdan âtiyen memleket için memnunum.”

Burada Ahmet Hamdi Akseki’yi tebrik etmesinin nedeni, merhumun o yıllarda Şer’iye ve Evkaf Vekâleti Tedrisat-ı Umumiye Müdürü (Genel Müdür) olmasıdır.

Atatürk, ayrıca, takdirlerinin maddi bir nişanesi olmak üzere medreseye 3 bin lira da hediye ediyor.

Bu hadisenin, medreselerin kapatılmasına gerekçe olarak gösterilen Tevhid-i Tedrisat Kanununun kabulünden yaklaşık sadece bir yıl önce olduğunu hatırlatmak isterim.

Merhum Akseki, bu durumu aktardıktan sonra yine de medreselerin kapatılmış olması karşısındaki şaşkınlığını şu sözlerle dile getirecektir: “Sonradan ne oldu, niçin oldu; onu tarih araştıracak ve hükmünü verecektir.”

Tevhid-i Tedrisat sonrası din öğretimi ve din hizmetlerindeki gelişmeleri özetlemek üzere de bir yazı yazmak gerekiyor.