Makale

Osmanlı Toplumundaki dinî azınlıklara yaklaşımda sufi geleneğin rolü

Osmanlı toplumundaki dinî azınlıklara yaklaşımda sufi geleneğin rolü
Doç. Dr. Ömer Yılmaz
Hamburg Din Hizmetleri Ataşesi

Bilindiği gibi Osmanlı beyliği, XIII. yüzyıl sonlarında Batı Anadolu’nun küçük bir kasabası olan Söğüt’te Oğuzların Kınık boyuna mensup Türkler tarafından 1299’da kurulan bir devlettir. Batı Anadolu’ya yerleşen Osmanlılar, zamanın siyasi konjonktürü gereği, yeni yurtlarının güvenliğini sağladıktan sonra Rumeli ve Anadolu’da yayılma alanları elde etmiş ve coğrafi sınırlarını genişletmişlerdir.

Küçük bir aşiret olarak başlayan Osmanlı, bir-iki asır içinde Balkanlar, Anadolu, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinden; Türk, Yunan, Sırp, Bulgar, Romen, Ermeni, Arap gibi uluslardan; Müslüman, Ortodoks, Katolik, Yahudi gibi cemaatlerden; şehirli, köylü, ovalı ve dağlı gibi kesimlerden oluşan bir dünya devletine yükselmiştir. Böylesine farklı coğrafi, etnik, dinî ve sosyal bir yapıyı adalet ilkeleri ışığında, her farklı gurubun kendisiyle barışık, buna mukabil başkalarıyla barış ve ahenk içinde yaşayabilmesi, takip edilen politika ve hedeflerle mümkün olabilmiştir. Uzun yıllar dinî azınlıklar bu toplum içerisinde kültürel ve dinî kimliklerini muhafaza etmiş ve huzur içinde yaşamışlardır. Biz bu çalışmamızda kısaca Osmanlı toplumunun demografik yapısına bir göz atıp bu başarının sağlanmasında sufi geleneğin rolüne değinmek istiyoruz.

1- Etnik, din ve mezhep yapısı
Bugünkü Birleşmiş Milletler Teşkilatına bağlı yaklaşık elli devlette yaşayan yirmiye yakın etnik grubun, Osmanlı idaresi altında asırlarca yaşadığına şahit oluyoruz. Bu etnik yapının belli başlıları arasında Türk, Rum, Bulgar, Sırp, Hırvat, Karadağlı, Boşnak, Pomak, Arnavut, Çingene, Romen, Macar, Ermeni, Gürcü, Süryani, Arap, Kıptî ve Habeşlileri saymak mümkündür.

Ömer Lütfü Barkan’ın Kanuni Sultan Süleyman dönemine (1520-1566) ait naklettiği bir nüfus istatistiğine göre; ülke nüfusu yaklaşık on iki milyon olarak gösterilmiş, bunun % 58’i Müslüman, % 41’i Hristiyan, % 54’ü ise Yahudi olarak verilmiş ve üç asır sonra da bu oran büyük ölçüde değişmemiştir. (Nesimi Yazıcı, “Osmanlılarda Bir Arada Yaşama Tecrübesi ve Dini Müsamaha Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Uluslar arası Avrupa Birliği Şurası II , DİB Yayınları, Ankara 2000, s. 526.) Örneğin 1831 yılındaki Osmanlı nüfusuna baktığımızda; Rumeli’de yaşayan halkın yaklaşık % 38’i Müslüman, % 60’ı Hristiyan; Anadolu’da ise % 83’ü Müslüman, %15’i Hristiyan’dır. (Enver Ziya Karal, Osmanlı İmparatorluğunda İlk Nüfus Sayımı 1831, Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü, Ankara 1943, s.215.)

Bu verilerden de anlaşıldığı kadarıyla devletin gerek başlangıcında gerekse sonunda hep dinî azınlıklar varlıklarını sürdüre gelmişlerdir. Nitekim çağdaş tarihçilerimizden İlber Ortaylı bu gerçeği şu sözleriyle dile getirmektedir: “Osmanlı sistemi içerisinde daha başlangıçta gayri Türk ve gayrimüslim unsurlar oldukça fazladır. İslam devletlerinde çeşitli dinî grup ve kavimler hep mevcut olmuştur. Ancak tarihte hiçbir İslam imparatorluğunda görülmeyecek şekilde bu denli renkli unsurları bir arada tutup yürütmeyi bilen Osmanlıdan başkası değildir.” (Bkz. İlber Ortaylı, Avrupa ve Biz, İş bankası Yayınları, İstanbul 2008, s. 72)

Bu bilgilerden hareketle bir neticeye gitmek gerekirse, Türkiye’deki dinî azınlıkların mevcudiyetini devam ettirmedeki en önemli payın, sadece mensup olduğumuz dinin öğretilerinden kaynaklanmadığını, içinde bulunduğumuz kültürel birikimin de tabii sonucu olduğunu söylemek mümkündür. Zira milletimiz “çatışmacı” ve “uzlaşmacılık” yerine “sentezciliği” tasvip eden bir karakter yapısına sahiptir. Türk milleti tarihin en eski topluluklarından biri olup asırlarca Orta Asya, Çin, Hindistan, İran, Afganistan, Doğu Avrupa ve nihayet Anadolu’da yerleşme imkânı bulmuş, zengin bir kültüre ve en eski medeniyetlerden birine sahip olmayı başarmıştır. Hazar gölünden Çin ve Hindistan’a kadar uzanan büyük coğrafyada değişik din ve kültürlerle iç içe olmuş, böylece kendinden olmayanlarla beraber yaşamayı, paylaşmayı ve onlarla anlaşmayı öğrenmişlerdir. (Mehmet Aydın, “Türk Toplumunda Dini Hoşgörünün Temelleri”, SÜİFD, Konya 1998, c.VIII, s.7-8.)

O halde, sentezci bir karakter yapısına sahip olmak doğal olarak “öteki”ni asimile etmeye gerek bırakmamaktadır. Önce Türk-İslam, daha sonra sırasıyla yüzleştiği Anadolu, Rumeli ve Bizans kültürlerini birini diğerine tercih etmeksizin, potasında kaynaştırmayı başararak entegre ve kendine mal edebilmiştir. Bu başarıda genelde dinimizin tavsiye ettiği etik öğretiler, özelde ise bu etik öğretileri yaşam felsefeleri haline getirmiş Anadolu gönül sultanlarının izlediği hoşgörü siyasetini yadsımamak gerekir.
2- Hoşgörü

Batılıların “tolerance” dedikleri ve İslam literatüründe daha çok “müsamaha” şeklinde geçen hoşgörü kavramı, insanların farklılıklarına rağmen birbirine tahammül edebilmelerinin yegâne anahtarıdır. Tarihte hoşgörüsüzlükten kaynaklanan pek çok savaş baş gösterirken, farklı din, dil ve kültür sahiplerini altı yüz yıldan fazla bir arada tutarak, bunlar arasında kayda değer herhangi bir kavgaya sebebiyet verdirmeyen Osmanlı’nın bunu nasıl başardığı sorgulanmaktadır. Bu başarıyı yalnızca devletin uyguladığı sıkı disiplin politikası ile açıklamak yeterli bir yaklaşım ve objektif bir bakış tarzı olamaz. Eğer sert ve sıkı disiplin politikası ile insanlar bir arada tutulacak olsaydı, eskiye oranla her şeyin daha çok geliştiği günümüzde doğu bloğunun bir arada yaşaması, seksen yıldan daha fazla sürmesi gerekirdi.

Osmanlı ve devamında genç Cumhuriyetimizin takip ettiği devlet geleneğinde hiç kimsenin dinine, ibadet şekline ve mabedine karışılmamış, herkes dilediği şekilde ibadetini kendi usulüne göre yapmış ve mabetlerini de inşa etmiştir. Nitekim Ermeni asıllı yazar Papazyan Hz. İsa’da tek tabiata inanan Ermeni Hristiyanlarının Bizans İmparatorluğu döneminde Messe ayini ve diğer ibadetlerini hür bir şekilde eda edemediklerini yazmaktadır. (Osman Cilacı, “Müslüman Hıristiyan Diyalogu ve Ülkemizde İslam’ın Hoşgörüsü”, Diyanet İlmi Dergi, c.33, S.3, 1997, s.77.) Yakın bir zamanda Ermeni Patriği Mesrob Mutafyan Patrikliğin Fatih tarafından tesis edilmesinin 536. yıldönümü nedeniyle yayımladığı bir beyanında ise “Ben şahsen bir Kilise tarihçisi olarak Patriklik mertebesindeki yüksek bir kilise makamının bir Müslüman padişah tarafından tesisi gibi bir olaya Dinler Tarihinin başka hiçbir sayfasında rastlamadım.” demektedir. (Cilacı, a. yer.)

Padişah II. Mahmut’un Darü’l-Aceze müessesesine üç mabedi yan yana inşa ettirerek, “Ben Hristiyan tebaamı kilisede, Yahudi tebaamı havrada, Müslüman tebaamı camide görmek isterim.” dediği tüm tarihi vesikalarda yer almaktadır. Keza Osmanlı’nın Batılılaşma gayretlerinin hızlandığı 1876 yılındaki Kanun-i Esâsi’de yer alan “Memâlik-i Osmaniye’de maruf olan bi’l-cümle edyânın serbesti-i icrası ve cemaat-i muhtelifeye verilmiş olan imtiyâzât-ı mezhebiyyenin kemâkân cereyanı devletin taht-ı himayetindedir.” şeklindeki on birinci maddesi dikkat çekmektedir. (Mehmet Akman, “Kilise ve Havraların İslam-Osmanlı Hukuk Tarihindeki Yeri”, İLAM Araştırma Dergisi, c. I, S.2, yıl 1996, s.141.)

Sahip olduğu hoşgörü hasletini sadece idare ettiği toprak parçasıyla sınırlandırmayan Osmanlı idarecileri, ülke içindeki yabancıların can, din, mal, nesil ve namus güvenliğini belli bir hukuki sistemle sağlarken, (Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. S. Mutlu, S.Tuğ, İrfan Yayınları, İstanbul 1969, c.II/182.) ülke dışında zulme maruz kalan insanları da göz ardı etmemiştir. Mesela, 1490’larda İspanya’dan çıkmak zorunda bırakılan Yahudilere Osmanlı Padişahı Sultan Beyazıt’ın (ö.1512) sahip çıkması zihinlerdeki tazeliğini hâlâ muhafaza etmektedir. Bu sahiplenme sadece XV. yüzyıl İspanya Yahudileri ile sınırlı kalmamış, XVII. yüzyılda da Ukrayna ve Boğdan’dan Anadolu’ya Yahudilerin getirilmesiyle devam etmiştir. (Ortaylı, age, s. 217-218.)

Devletin idaresinde söz sahibi kişilerin hoşgörülü olmalarında hiç şüphesiz bu toprağın yetiştirdiği, Allah’a ibadet ve itaatte korku yerine sevgiyi esas alan gönül erlerinin yadsınamaz katkısını belirtmek abartılı bir ifade olmasa gerektir. Nitekim bu gerçeği Süleyman Uludağ, Müslüman hükümdarların yeryüzünde gerçekleştirdiği fütuhatın iç âlemlerindeki fetihten kaynaklandığını, bu kişilerin gittikleri her yere adalet ve insaf götürdüklerini, her çeşit cemaat ve kavme geniş hürriyet tanıdıklarını ve onlara hoşgörü gösterdiklerini söylemek suretiyle betimlemektedir. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf ve İnsan, Mavi Yayıncılık, İstanbul 201, s. 188)
3- Sufi geleneğinin birlikte yaşama katkısı

Sahip olduğumuz pek çok paradigmalardan biri de sufi gelenek yapımızdır. Ahmet Yesevi (ö.1167), Ahi Evran (ö.1271), Hacı Bektaş-ı Veli (ö.1271?), Mevlana Celaleddin Rumi (ö. 1273), Yunus Emre (ö. 1321) başta olmak üzere daha pek çok gönül dostları birlikte yaşama ve hoşgörü adına önemli mesajlar vermişlerdir. Bu şahsiyetler, halkın nazarında daima itibar ve hürmete layık görülmüşler ve yaşadıkları hayat açısından herkes tarafından “model insan” olarak algılanmışlardır. Günümüzde dahi bu gibi gönül erbabı ve onların söylemleriyle sorun yaşayacak birini görmek mümkün değildir. Burada adları geçen zevat ve bunlar gibi isimleri duyulmamış nice kimseler, hem kendileriyle barışık hem de çevreleriyle barış içinde yaşamışlardır.

Yine mistik gelenekte yaklaşık on asırdan beri dillendirilen “kesret içinde vahdet” (çokluk içinde birlikte yaşamak) anlayışının pratiğe yansıtılmasında bu gibi gönül dostlarının müessir olduğunu görmekteyiz. Bugün modern Batı’nın henüz gündeme getirmeye çalıştığı plüralist (çok kültürlü) yaşamın, asırlar önce bu zevatın öncülüğünde ve bu ülke coğrafyasında kavgasız yaşandığına şahit oluyoruz. Gerek hayatlarında gerekse öldükten sonra bu şahısların bulundukları mekânlarda bir araya gelen insanlar, bir şeylerini “öteki” ile paylaşarak toplumsal aidiyetlerini tazeleme imkânı bulmakta ve başkalarının derdiyle hemhal olmayı öğrenmektedirler. Buna en güzel örnek halen ülkemizde farklı dil, din ve kültür mensubu insanların katılımıyla kutlanan Mevlana törenleridir. Mevlana’nın çağrısı farklı dil, din ve kültür sahiplerinde yankı bulmuş ve kabul görmüş olmalı ki yüzyıllardır etrafında buluşulmaktadır. Hatta bu gönül dostunun cenazesine muhtelif din temsilcileri başta olmak üzere, çok sayıda müslim ve gayrimüslimin katılıp, ölümüne ağlaması onun insan sevgisi ve hoşgörü sahibi olmasından kaynaklansa gerektir.

Hangi dine inanırsa inansın herkese hoşgörü gösterilmesi gerektiğini ifade eden büyük gönül adamı Yunus Emre; (ö.1321) “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan/ Şer’in evliyası ise hakikatte asidir.” dizeleriyle toplumsal alanda birlikte yaşama adına önemli mesajlar vermiştir. (Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yayınları, Ankara 1991, s. 304) “Gelin canlar bir olalım, arz-ı niyâz edip dâra duralım-muhabbet bezminde zevkler bulalım.” diyen Hacı Bektaş-ı Veli (ö.1271?), “Kim bizim yolumuza diken koyarsa bizim dikenimiz onun yolunda gülistan olsun!” diyen Necmeddin Dâye (ö.1256) gibi pek çok gönül dostu hangi din ve ırka sahip olursa olsunlar yaratılmış olmaları hasebiyle herkesi kıymete ve hoşgörüye layık görmektedir.

Gerek Anadolu, gerekse Rumeli ve Balkanlar’da İslam’ın neşvünema bulmasında “Horasan Erenleri” adı verilen bu gelenek temsilcilerinin büyük payı bulunduğuna göre, bu gibi gönül dostlarının söylem, davranış ve iyi komşuluk ilişkilerinin göz ardı edilemez bir rolü bulunmaktadır. Çünkü bu geleneğin şekillendirmek istediği insan tipinde herkesin sevgi ve dostluğunu kazanmak asıl gayedir. Bu bağlamda sufi meşrep Amasyalı Akif’in; “İş tahammül etmededir bâr-ı hukuk-i sohbette / Sanma kim vardır hüner teksiri yârân etmede.” sözü bu gerçeği dile getirmektedir. (Uludağ, age., s. 209)

Ne yazık ki insanlığın geldiği bu noktada yerküremizde bir tahammülsüzlük ve kendini tanımlama sorunu yaşanmaktadır. Halbuki dünyamız global bir köy görünümü arz etmekte, neredeyse bütün toplumlar homojenlikten uzaklaşıp heterojen bir yapıya bürünmektedir. Yerküremizdeki yaklaşık iki yüz devletten çok kültürlü olmayan toplum sayısının iki elin parmaklarını geçemeyecek kadar az olduğu belirtilmekte ve iki yüz milyon insanın doğduğu yerin dışında göçmen olarak yaşadığı varsayılmaktadır. Doğrusu gelinen bu aşamada farklı kültüre mensup insanlar birbirleriyle isteseler de istemeseler de ailede, okulda, işyerinde, sporda, sosyal ve kültürel hayatta bir iletişim içine girmektedir.

Öyleyse, artık tarihte kalmış bağnaz tutumlara, insanlığın yeniden din savaşları ve gözyaşına tahammülü kalmamıştır. Kendisini evrensel kaide ve demokrasinin beşiği kabul eden herkes, her toplum dünyanın geldiği bu aşamada “ötekiler”e adil davranmalı, paylaşımda eşitliğe riayet etmelidir. Sağduyulu ve objektif tarihçilerin, bu milletin dinî azınlıklara karşı ne tarihte ne de hali hazırda ciddi boyutta bir sıkıntı çıkardığına dair bir tespitleri tarih kitaplarında yer almış değildir.