Makale

Müslümanlığın din ve tarih çizgisinde gayrimüslimler

Müslümanlığın din ve tarih çizgisinde gayrimüslimler
Yrd. Doç. Dr. Hakan Olgun
İstanbul Üniv. İlahiyat Fak.

İslam dini, mensuplarına her iki âlemde huzur ve saadet vaadinde bulunan bir dindir. Esasen bütün dinlerin, kendi bağlılarına bir kurtuluş vaadi söz konusudur. Aksi halde dinin müntesibinden beklediği iman etme durumunun bir anlamı olmayacaktır. Ancak İslam dininin diğer pek çok din ve inanç sisteminde farklılaşan yönü, toplumu hem teolojik hem sosyal olmak üzere iki farklı gerekçe üzerinde tasnif etmesidir. Teolojik tasnifi bağlamında İslam, cenneti vaat edip cehennemle korkuttuğu kullarını sadece iman etmeleri ve bu imana dayalı olarak sergiledikleri amelleri boyutuyla tanımlamaktadır. İslam’ın vaat ettiği kurtuluşa kavuşma iradesine sahip olup Allah’ın bu yöndeki çağrısına kendini muhatap kılan kişiler ile bu vaade bigâne kalarak farklı bir inanç sistemi içinde olan kişilerin “mümin” veya “kâfir” gibi tanımlamaları bu teolojik tasnifi ifade etmektedir. Bu tanımlamalar daha çok insanın ahirete taalluk eden boyutunu ilgilendirmektedir. Bunun ötesinde İslam’ın vaadinden bigâne olma hâli teolojik anlamının dışında asla dünyevi açıdan insani değer yargısı içinde bir tasnife imkân vermemektedir. Toplumun sosyal yönden tasnifi bağlamında “müslim” ve “gayrimüslim” olma yönüyle ayrıştırma ise daha çok Müslüman olmayanların bizzat beşer olarak var olmaları sebebiyle temel haklara sahip olduklarını ifade etmektedir. İslam tarihinde gayrimüslim unsurlara yönelik sergilenen tutum ve davranışların Müslüman toplumların sahip olduğu bu tasnif boyutuyla yakın bir ilişkisi söz konusudur.

Bu husus diğer dinî geleneklerle kıyaslandığında daha bariz olarak fark edilecektir. Örneğin, Hristiyanlık tarihinde asırlarca “kilise dışında dinî bir kurtuluşun olmadığı” gerekçesiyle tarihe mezhep kavgaları olarak geçen ve farklı Hristiyan mezhepleri arasında cereyan eden büyük savaşlar yaşanmıştır. Hristiyan toplumların kendi aralarındaki anlayış farklılıkları karşısında bile esirgenen hoşgörü ve itidalin Hristiyanlık dışı din mensuplarına gösterilmesi söz konusu bile olmamıştır. Bu çerçevede geçerlikte olan teolojik tasnif sonucu, farklı dinî görüşlere sahip olanlar “sapkın” olarak nitelenmiş ve şiddetli baskı ve ölümlerle cezalandırılmışlardır. Hâlbuki İslam düşüncesinde kulların Allah’ın çağrısına itaatlerini ifade etmekte ve bu yönüyle Allah’ın iradesi ve bilgisi çerçevesinde hüküm ahirete atfedilmektedir. İslam’ın asla telkin etmediği şekliyle, kullar arasında teolojik tasnife dayalı sosyal tanımlamalar, sırf inançlarından dolayı insanların dünyevi yaşamlarında mağdur edilmesi, zarara uğratılması ve kendilerine karşı adaletsizlikle muamele edilmesi sonucunu doğurmuştur. Nitekim yaratıcının kurtuluş vaadinin dışında kaldığı düşünülen farklı dinî grupların âdeta yaratıcı adına yargılanarak dünyevi bir cezaya maruz bırakılmaları hedeflenmiştir.

İslam tarihinde sadece inanç farklılıklarına dayalı olarak toplumsal bir mağduriyetten söz edilemez. Şüphesiz bu tutumun en önemli gerekçesi, dinî farklılıklara karşı Müslümanlara adalet, saygı ve itidal çağrısında bulunan Kur’an’ın ilgili ayetleri ve Hz. Peygamber’in uygulamalarıdır. Bu ayetleri ve tarihî uygulamaları ayrıntılarıyla ifade etmek yerine birkaç örnek vermek bile maksadı hâsıl edecektir: “…birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık…” (Hücurat, 13); “…Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı...” (Maide, 48);. “...dillerin ve renklerin farklı olması da onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir.” (Rum, 22) Böylece Kur’an’ın, sadece ele aldığımız zaviye açısından bakacak olursak, insanlar arasındaki her türlü farklılığı toplumsal bir sorun kaynağı olarak görmekten çok bunu insani erdem ve kabiliyetlerin ortaya çıkarılmasında bir fırsat olarak gördüğü söylenebilir. Yine Kur’an, güçlü bir tevhit vurgusuyla diğer din mensuplarının nankörlüklerine işaret etmekle birlikte onların yerleşmiş dinî kültür ve geleneklerini hiçbir zaman aşağılamamıştır. Örneğin Kur’an diğer dinlerin mabetlerini de ayetleri içinde herhangi bir zem vurgusu olmadan, hatta kutsal değerlere saygıya çağıran bir imayla dile getirmektedir: “Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi… (Hac, 40)

Kur’an’ın dinî farklılıklara ilişkin itidalli mesajları Müslümanların da gayrimüslimlere karşı aynı itidal duygusuyla muamele etmesi sonucunu doğurmuştur. Şüphesiz bu itidal geleneğinin oluşmasında ilgili Kur’an ayetlerinin yanı sıra Hz. Peygamber’in uygulamalarının da güçlü bir etkisi söz konusudur. Habeşistan hicretini teşvik etmesi, Necran Hristiyanlarıyla görüşmesi, çevredeki Hristiyan idarecilere yönelik davet mektupları Hz. Peygamber’in gayrimüslimlere yönelik İslami muamelenin nasıl olacağına dair temel mesajlarını ifade etmektedir. Hz. Peygamber’in bu uygulaması çok geçmeden zimmet akti ile hukuki bir bağlayıcılığa kavuşacaktır. Nitekim Hz. Peygamber’in bu konuda pek çok telkini olmakla birlikte şu hadis âdeta hepsini özetler durumdadır: “Kim bir zimmıye gücünün üstünde yük yükler veya zorla ondan bir şey alırsa kıyamet günü ben onun hasmıyım. Zimmınin hakkını Müslümandan alır ve kendisine veririm.” (Ebu Davud, Harac, 31-33) Böylece zimmet akti yapılmak suretiyle Müslümanlarla birlikte gayrimüslimlerin de can, mal, din, nesep ve akıl emniyetleri garanti altına alınmıştır. Esasen bu çerçevede bir gayrimüslim fıkhı tespit edilmiş ve bu fıkıh kodları Hz. Peygamber döneminde itibaren gittikçe kurumsallaşarak İslam tarihi boyunca câri olmuştur.

İslam geleneği içinde İslam’ın gayrimüslimlere tanıdığı toplumsal meşruiyetin tarihsel uygulaması Anadolu hoşgörü mirasına da kaynaklık eden Osmanlı tecrübesinde ortaya çıkmıştır. Osmanlı idarecileri gayrimüslimlere karşı başından beri olumsuz ve dışlayıcı bir tutum içinde olmamıştır. Özellikle kişisel haklar konusunda gayrimüslimler Müslümanlardan farklı bir mağduriyet konumda değerlendirilmemiştir. Bu konuda İslam hukuku temelinde hareket edilmiş ve bu hukuk sistemi içinde zimmı tebaaya uygulanması öngörülen kuralların Osmanlılar tarafından da benimsenip uygulandığı görülmüştür.

Osmanlı’da gayrimüslimler Rum Ortodoks, Ermeni ve Yahudi cemaatleri çerçevesinde “millet” olarak tanımlanmıştır. Bu grupların dışında kalan Doğu Hristiyan cemaatleri Ermeni milleti altında temsil edilmişlerdir. Gayrimüslim halk, mensubu oldukları milletin liderleri aracılığıyla yönetimle temas kurmuşlardır. Gayrimüslim cemaatlerin liderleri, sorumlusu oldukları milletin dinî, adli ve eğitime ilişkin yönetimlerini gerçekleştiren bir yetkiye sahip olmuştur. Bu liderler, Fener Rum Patrikhanesi, Ermeni Patrikhanesi ve Hahamhane adlı kurumların tüzel kişiliğinde icraatta bulunmuşlardır. Böylece gayrimüslim cemaatler kendi dinî görevlerini yerine getirme, medeni kurallarını işletme ve eğitimlerini sürdürme imkânına sahip olmuşlardır.

Bu sistem içinde her inanç grubunun ibadet ve ayinlerini özgürce yerine getirme hakkına sahip olduğu vurgulanmalıdır. Devlet, gayrimüslim cemaatlerin mabetlerine, ibadet ve ayinlerine, mezarlık ve vakıf arazilerine asla müdahil olmamıştır. Gayrimüslimlere ait mabetlerin yapımında ihtiyaç hali gözetilmiş, onarıma ihtiyaç duyan mabetlerin asli ölçülerine uygun olarak onarımına müsaade edilmiştir. Bu sebeple gayrimüslimlerin İslam toplumu içinde mabetsiz kalmaları söz konusu olmamıştır. Örneğin İstanbul’da gayrimüslim nüfus oranına rahatlıkla yetecek sayıda mabedin varlığı arşiv belgeleriyle sabittir. Bu mabetler devlet tarafından tamamen dokunulmaz sayılmış ve iç işleyişi ile teşkilatlanmasına en küçük bir müdahale söz konusu olmamıştır.

Gayrimüslim cemaatler kendi toplumları içindeki adli yürütmeden de kendileri sorumlu olmuştur. Evlenme, boşanma, doğum, ölüm ve miras gibi medeni hukukun düzenlenmesi bu cemaatlerin mahkemelerine bırakılmıştır. Böylece patriklikler ya da hahamhane kendi dinî cemaatiyle ilgili her türlü medeni düzenlemeyi yürütme hakkına sahip olmuştur. Bu çerçeve evlilik, boşanma ve doğum, ölüm kayıtlarını tutan cemaat defterleri daha sonra devletin nüfus bilgilerini tespit çalışmaları sırasında en önemli kaynak belgeleri ifade etmiştir. Cemaat mahkemeleri kendi cemaat üyelerine ya da dinî geleneklerine karşı suç işleyenleri de yargılayıp cezalandırma yetkisine sahip olmuştur.

Eğitim konusunda da gayrimüslim cemaatlere büyük bir özgürlük alanı sağlanmıştır. Her türlü eğitim kurumuna sahip olmaları ve arzu ettikleri müfredatı öğretmeleri konusunda bütün cemaatlere geniş yetkiler tanınmıştır. Gayrimüslim cemaatler bu okullarda kendi cemaat üyelerini hem mesleki olarak yetiştirmiş hem de din eğitimini vermiştir. Devlet bu okulların işleyişini ve müfredatını denetlemeye tevessül etmemiştir.

Osmanlı devletinde Müslümanlar “millet-i hâkime” unsur olmasına rağmen devlet sınırları içinde yaşayan gayrimüslimlerin İslamlaştırılması çabası bir devlet politikası olarak söz konusu olmamıştır. Bu yöndeki bazı bireysel girişmelere yine devlet tarafından şiddetle karşı konulmuştur. Dolayısıyla din ve ibadet konusunda sağlanan bu özgürlük ortamı, her cemaatin kendi gelenek ve kültürünü yeni nesillere kolayca aktardığı bir toplumsal düzenin sağlanmasını ifade etmektedir. Esasen, asırlarca Osmanlı egemenliğinde kalan milletlerin günümüzde Hristiyan kimliklerini güçlü bir şekilde koruyor olmaları bu tespitin en açık örneğidir. Bu tarihsel hakikatin kaynağı ise Padişah II. Mahmut’un dinî farklılıklara bakışına ilişkin şu sözünde yer almaktadır: “Tebaamdan Müslümanları camide, Hristiyanları kilisede, Musevileri havrada görmek isterim.”

Osmanlı’dan sonra Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte imparatorluğun diğer pek çok unsuruyla birlikte gayrimüslim cemaatler de yeni kurulan devlete devrolmuştur. Anadolu sınırları içine çekilen ülkede gayrimüslimler daha çok İstanbul, Bursa, İzmir ve Trakya bölgesinde yoğunlaşmıştır. Doğu Hristiyan unsurlardan Süryani ve Keldaniler ise Güneydoğu illerinde yerleşik durumdadır. Yeni kurulan Türk devleti gayrimüslim cemaatlerin durumunu 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması ile belirlemiştir. “Azınlık” statüsünü tanımlayan Lozan Antlaşması, bu statüyü dinî farklılıklar temeli üzerine bina etmiştir. Böylece Türkiye’de yaşayan İslam dışı gayrimüslim cemaatler hakları korunmuş azınlıklar olarak değerlendirilmiştir. Lozan Antlaşması’nın kendilerine azınlık hakları tanıdığı gayrimüslim cemaatlerin bir kısmı nüfus mübadelesi bağlamında göç etmiş geri kalanlar ise Rum Ortodokslar, Ermeniler ve Yahudiler olarak dinî azınlık niteliğiyle tasnif edilmiştir.

Lozan Antlaşması’nın gayrimüslim azınlıklara tanıdığı haklar şu şekilde özetlenebilir: Gayrimüslim azınlıkların hayır kurumları, dinî ve sosyal kurumlar, öğretim ve eğitim kurumları kurma, yönetme ve denetleme hakkı; buralarda kendi dillerini serbestçe kullanma ve dinsel ayinlerini serbestçe yapma hakkı; ilkokullarında anadillerinde eğitim hakkı; aile ve kişisel durumları konusunda gelenek ve göreneklerine uygun çözüm hakkı; inançlarına ya da dinsel ayinlerine aykırı davranışta bulunmaya zorlanamayacakları, hafta tatillerinde herhangi bir resmi işlemi yerine getirmeye zorlanmama hakları. Ancak Lozan Antlaşması’ndan günümüze uzanan dönem içerisinde ülkemizde gayrimüslim cemaatler hususu oldukça tartışmalıdır. Söz konusu süreç içinde ne yazık ki Varlık Vergisi uygulaması (1942) ve 6-7 Eylül Olayları (1955) gibi toplumsal güveni sarsıcı olumsuzluklar yaşanmıştır. Dolayısıyla bu tarihlerden sonra Türkiye’deki gayrimüslim cemaat mensuplarının hızlı bir şekilde yurt dışına göçleri başlamıştır. Günümüzde Anadolu’da sayıları gittikçe azalsa da gayrimüslimler ortak vatandaşlık hakları aynı anayasal temel çerçevesinde sanattan siyasete, ticaretten bilimsel faaliyetlere kadar toplumsal yaşamın her evresinde varlıklarını göstermektedirler.

İslam öğretilerine dayanan dinî farklılığın doğallığı anlayışı doğrultusunda Müslüman toplumlar ile farklı dinî cemaatler arasında genel olarak dramatik bir çelişki yaşanmamıştır. Çünkü Kur’an’ın farklı dinî toplumların sosyolojik bir vakıa olduğu ve bu farklılığın Allah’ın bilgisi ve iradesinden bağımsız olmadığı yönündeki teolojik yaklaşımıyla Müslümanlar, İslam’ın ilk yıllarından beri dinî farklılıklara karşı hoşgörülü ve itidalli bir tutuma aşina olmuşlardır. Bu aşinalık İslam’ın gayrimüslim fıkhı ve bu fıkhın tarih boyunca sergilenen tecrübesiyle temellendirilmiştir. Modern çağın seküler ideolojileri veya küresel hukuka uyum süreçleri bir yana, sadece yukarıda sözü edilen İslam öğretileri ve tarihsel gelenek çerçevesinde Müslümanlar farklı dinî cemaatler ile bir arada yaşama konusunda aynı iştiyaka sahiptir. Zira hem mensup olunan din hem de tarihsel miras bu iştiyakı bir sorumluluğa dönüştürmektedir. Dolayısıyla Kur’an öğretileri ve İslam tarihi mirası, farklı dinî toplulukların bir arada yaşamalarına yönelik güçlü bir teolojik zemin sağlamıştır.