Makale

Mazlumun Sesi Olmak

Mazlumun Sesi Olmak

Dr. Muhlis Akar
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Zulüm, sözlükte bir şeyi kendine mahsus yerinden başka bir yere koymak, noksan yapmak, sınırı aşmak, doğru yoldan sapmak, insanların hakkını eksiltmek, hakkını vermemek, kendi hak alanının dışına çıkıp başkasını zarara sokmak, rızasını almadan birinin mülkü üzerinde tasarrufta bulunmak, haksız ve adaletsiz uygulamalarda bulunmak, insan haklarını, kul haklarını, hatta tüm mahlukatın hakkını ihlal etmek gibi anlamlarda kullanılır. Zulmü icra edene zalim, zulme maruz kalanlara ise mazlum denir.
Zulüm Kur’an’da yasaklanmış, Allah’ın zalimleri sevmediği (Âl-i İmran, 3/57, 140; Şura, 42/40.), zalimlerin asla felaha eremeyecekleri (Yusuf, 12/23; Kasas, 28/ 37.), haksızlıkla (zulümle) yetimlerin mallarını yiyenlerin karınlarına ateş doldurdukları (Nisa, 4/10.), meşru sınırlar dışına çıkarak ve zulmederek birbirinin mallarını yiyenlerin cehennem ateşine atılacakları (Nisa, 4/10.) vb. vurgulanarak insanların zulümden vazgeçmeleri istenmiştir. Bir kutsi hadiste Yüce Allah; “Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım ve onu sizin aranızda da yasakladım; sakın birbirinize zulmetmeyin!” (Müsned, V, 160; Müslim, Birr, 55.) buyurarak kullarının zulmün her çeşidinden uzak durmalarını istemiştir.
Hz. Peygamber ise; “Sakın zulmetmeyin ve kendinize zulmedilmesine de müsaade etmeyin.” (Müsned, V, 72.) buyurarak ümmetini zalim olmaktan sakındırdığı gibi mazlum olmaktan ve zulme karşı sessiz ve tarafsız kalmaktan da sakındırmıştır. Kendisi de dualarında “Allah’ım! Fakirlikten, kıtlıktan, zillete düşmekten, zulmetmekten ve zulme uğramaktan sana sığınırım.” şeklinde sürekli dua etmiş, sahabe-i kirama da böyle dua etmelerini tavsiye etmiştir. (Ebu Davud, Salat, 367; Nesai, İstiaze, 14; İbn Hıbban, No: 1030.)
Sevgili Peygamberimizin gençliğinde de, haksızlık ve zulme maruz kalanların haklarını korumak ve mazlumlarla dayanışma içerisinde olmak amacıyla kurulmuş olan “hılfu’l-fudûl” cemiyetine (Erdemliler Teşkilatı) üye olması, hatta peygamberlik geldikten sonra da o teşkilatı övmesi ve: “Ben ona İslam devrinde bile çağrılsam icabet ederdim.” demesi; zalimin karşısında, mazlumun yanında yer almanın ve bu amaçla müesseseler oluşturmanın Müslümanlar için ne denli önemli bir görev olduğunu göstermektedir.
Esasen ‘bütün peygamberlerin tevhit mücadelesi insanları her türlü baskı ve zulümden kurtarma mücadelesidir’ denilebilir. Zira peygamberlere ilk karşı çıkanlar o toplumun içindeki zalimler, peygamberlere ilk inanan ve onların yanında yer alanlar ise mazlumlar olmuştur. Hz. İbrahim (a.s.)’in karşısına Nemrut, Hz. Musa (a.s.),’nın karşısına Firavun ve Haman, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in karşısına Ebu Lehep ve Ebu Cehil gibi zulmün ve zalimliğin elebaşları çıkmış, peygamberler ise hepmazlumların yanında yer almak suretiyle zalimlerle mücadele etmişlerdir.
Müslümanlar da haklının, mazlumun yanında; haksızın, zalimin ise karşısında yer almalıdırlar. Kalplerinde zalimlere karşı en küçük bir temayül göstermenin bile azap sebebi olduğunu bilmeli (Hud, 11/113.), zulme ve haksızlığa karşı sürekli dayanışma içerisinde olmalıdırlar. Zira Yüce Rabbimiz, “(Müminler o kimselerdir ki,) Bir saldırıya (haksızlığa) uğradıkları zaman, aralarında birbirleriyle yardımlaşırlar.” (Şura, 42/39.) buyurmakta; diğer bir ayet-i kerimesinde de; “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver.” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşmıyorsunuz?” (Nisa, 4/75.) buyurarak, gerektiğinde mümin kullarının zulmedenlere karşı mazlumların haklarını korumak, zulmü engelleyip adaleti hâkim kılmak için meşru/hukuki ölçüler içerisinde her türlü mücadeleye başvurmalarını ve bu konuda dayanışma içerisinde olmalarını istemektedir.
Sevgili Peygamberimiz de kendisi bizzat zalimin karşısında ve mazlumun yanında yer aldığı gibi, ümmetini de işlenen kötülükler veyapılan haksızlıklar karşısında seyirci kalmamaları konusunda değişik vesilelerle uyarmıştır: “Hayır, Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder (tavsiye eder), kötülükten nehyeder (kötülüğe engel olmaya çalışır), zalimin elini tutup zulmüne mani olur, onu hakka yöneltir ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allah Teala kalplerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrailoğullarına lanet ettiği gibi size de lanet eder.” (Ebu Davud, Melahim 17; Tirmizi, Tefsiru Sure (5), 6, 7.); “Şüphesiz ki insanlar zalimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah’ın kendi katından göndereceği bir azabı umumi hâle getirmesi yakındır.” (Ebu Davûd, Melahim, 17; Tirmizi, Fiten, 8.); “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78. Ayrıca bk. Tirmizi, Fiten 11; Nesai, İman 17.)
Diğer yandan Cahiliye Arapları arasında kavmiyetçilik ve kabilecilik taassubu yüzünden, zalim de olsa kendi ırkının, yakınının ve soyunun insanını destekleme, ona yardımcı olma âdeti yaygındı. Peygamberimiz, bu bâtıl anlayışı da kaldırmış ve yerine hakkaniyete dayanan bir anlayışı ikame etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Din kardeşin zalim de olsa, mazlum da olsa ona yardım et.” Bir adam: “Ya Rasulallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zalimse nasıl yardım edeyim?” diye sormuş, Peygamberimiz: “Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir.” (Buhari, Mezalim 4; İkrah, 6; Tirmizi, Fiten, 68.) şeklinde cevap vermiştir. Çünkü zalimin zulmüne engel olmak, hem mazluma yardımcı olmak hem de zalimi içine düştüğü zulüm batağından ve dolayısıyla ateşten kurtarmak olacağı için ona da yardımcı olmak anlamına gelir; zalime destek olmak ise her ikisine zulüm sayılır.
Anlaşılan odur ki, sadece zulmetmemek yeterli olmamakta; haksızlığa uğradığı hâlde kendisini savunamayan, kendini korumaktan aciz olan mazlum ve mağdur insanları savunmak, haklarını aramak, onların sesi olmak da Müslümanlara yüce Allah’ın ve Sevgili Peygamberimizin yüklediği bir vazifedir. Şayet Müslümanlar güç yetirebildikleri hâlde bu vazifeyi yapmazlarsa, herkes bu zulmün günahına ortak olmuş olur. Zulme uğrayanların Müslüman olup olmamaları ise bu hükmü değiştirmez.
Bu nedenle mümin olma bahtiyarlığına erişmiş olan hiçbir kimse zulmü sevemez, -kim olursa olsun- zalimin destekçisi olamaz, zalimin zulmüne bigâne kalamaz; mazlumun feryadına ve iniltisine kulaklarını tıkayamaz. Esasen imani ve vicdani duyarlılığa sahip müminlerden başka bir tavır ve davranış da beklenmez.
Nitekim bu duyarlılığın bir gereği olarak Hz. Ebu Bekir (r.a.) halife seçildiğinde irat ettiği ilk hutbesinin bir bölümünde; “Şunu iyi bilin ki, sizin en zayıfınız, benim katımda hakkını alıp kendisine verinceye kadar en kuvvetli olanınızdır. Sizin en kuvvetliniz ise, benim katımda mazlumun hakkını kendisinden alıncaya kadar en zayıf olanınızdır.”demiş ve böylece devlet başkanı sıfatıyla zalimin ve haksızın karşısında, mazlumun ve mağdurun yanında durduğunu açık ve net bir şekilde ilan etmiştir.
Zalimin karşısında ve mazlumun yanında yer almanın bir mümin için ne denli önemli olduğunu en güzel şekilde ifade edenlerden biri de merhum Mehmet Akif’tir. O bu konuda şöyle der:
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım!
Boğamazsın ki!
Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git!, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...”
O hâlde gerçek dindarlık; zulmün, haksızlığın, adaletsizliğin arttığı, insanların, can, mal, namus, cinsiyet, inanç, düşünce, emek gibi maddi-manevi bir çok alanda haksızlığa, hukuksuzluğa ve ayırımcılığa maruz kaldıkları bir dünyada, sadece namaz kılıp, oruç tutmak ve hacca gitmek gibi belli formel ibadetleri eda etmekle değil; imana şirk zulmünü bulaştırmadan ibadetleri ihlas ve samimiyetle yapıp, bunlardan alınacak ruh ve manevi enerjiyle hayatın bütün alanlarında hakkı hakim kılıp adaleti tesis etmek, çevrede olup bitenlerle ilgilenmek, her türlü haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, ahlaksızlık ve zulme karşı durarak ezilen ve sömürülen mazlum, mağdur, fakir ve yoksul durumdaki insanların yanında yer alıp, meşru ölçüler içerisinde onların sesi ve yardımcıları olmakla ortaya çıkar.