Makale

MİLLET

ŞEÂİR

MİLLET

Muhammed Kâmil YAYKAN

Kükremiş sel, bendini çiğneyip aştı… Yırttı dağları… Enginlere sığmadı, taştı… İman dolu göğüsler, çelik zırhlı duvarlar karşısında genişledi… Genişletildi…

BİR adam geldi, koşarak… Caminin bahçesine girdi, soluk soluğa… Vakit kaybetmeden minareye yöneldi… Merdivenleri tırmandı… Şerefeye çıktı… Hafiften öksürdü önce; sesini, boğazını temizledi… Sonra ellerini kulaklarına kaldırdı, yüzünü Mescid-i Haram’a döndü… Ardından derin bir nefes aldı… Sanki tüm gökyüzünü ciğerine çekti…
“Essalatü vesselamü aleyke ya Rasulallah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Habiballah!”
İnledi sema bir anda… Yer inledi… Gök inledi… Sesler her minareden ayrı ayrı yükseldi… Yükseldikçe bir oldu. Bir oldukça daha da yükseldi seslerin sesi… Öyle yüksekti ki bastırdı etrafındaki tüm sesleri… O gürültülü tank paletleri, alçaktan alçakça uçarak kulakları sağır eden jet motorları, helikopter pervaneleri ve dahi silah sesleri... Duyulmadı sonra… Duyulmaz oldu… Ve sonrasında da hiç duyulamadı…
Sesi duyan kendini sokakta buldu. Sokakta olan da kendini daha kalabalık, daha güçlü hissetti. Kükremiş sel, bendini çiğneyip aştı… Yırttı dağları… Enginlere sığmadı, taştı… İman dolu göğüsler, çelik zırhlı duvarlar karşısında genişledi… Genişletildi… Arştan arza, arzdan arşa dek büyüyen bu serhaddin karşısında, tek dişi kalmış canavar boğulmaya mahkûmdu…
Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi başlayan o uzun, o karanlık gecenin sabahında zafer hep birlikte kazanıldı. Millet kendine vurulmak istenen prangayı el ele vererek parçalayıp attı.
Sahi, ne getirdi bir araya bizi; neydi bir arada tutan şey, hepimizi? “Gün bugündür!” sözünü dilimizden döktüren kuvvet de neydi? Yoksa millet olmak böyle bir şey miydi? Bu hayâsızca akını durdurmak için gövdeleri siper mi etmekti? Ve sahi, millet dediğimiz şey de neydi?
Sadece altı harf değildi galiba millet. İki hecede ağızdan kolayca dökülüveren bir sözcük, hiç değildi. Bastığı yerleri “toprak” diyerek geçmeyen, tanıyandı millet. Millet; onu yiyip bitiren, öldüresiye kanını emen illeti hiç acımadan, bir an olsun gözünü bile kırpmadan içinden söküp atandı… Devlet, bayrak, hürriyet ve adalet de böyleydi…
Öğrendik ki her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı vardı. Çünkü o gecenin de o gündüzün de elbet mutlak bir sahibi vardı… O, bizim bilmediklerimizi bilendi… O; bizim şer bildiklerimizde hayır, hayır bildiklerimizde ise şerrin bulunabileceğini öğretendi… Ve Allah, doğruyu söyleyendi…
“Yalnız Allah’a ibadet eden ve yalnız O’ndan yardım isteyen” bir millete “Allah şanlı bir zaferle yardım etmişti.” Ezelden beridir hür yaşamış, hür yaşayacak olana hangi çılgınının zincir vuracağına da şaşılmıştı… Ve en nihayetinde şu da anlaşılmıştı: “Onlar tuzak kurmuşlar, Allah da tuzak kurmuştu. Muhakkak ki Allah, tuzak kuranların en hayırlısıydı…”