Makale

Bekliyoruz efendim

Bekliyoruz efendim
Zeynep Kayhan

Sen aramızda değildin. Çoktan ayrılmıştın buralardan...
Maddi olarak ayrıldığın gibi manen de gitmiştin yanımızdan. Bizler unutmuştuk seni. Kalplerimiz seni anmaz olmuştu. Dudaklarımız hatırlamıyordu artık ismini... Başka isimler vardı söylediğimiz, senin isminden çok başka isimler...

Sevgimizi başkalarına, diğerlerine dağıtıyorduk, hiç düşünmeden. Senin dışında, sana uzak, senden çok uzakta ne varsa her şeye, kim varsa hepsine... Bolca, arsızca, kaygısızca...

Sevgi bile yalandı sensiz, yalandı oysa... Biz gerçek zannetmiştik. Yine aldanmıştık...

Sevgi seninle yaratılmıştı oysa senin için yaratılmıştı...
Dünyanın peşinen verilen fakat içinde bin bir elemi beraberinde taşıyan zevkleri, göz alıcılığı, ziyneti bizi bir kere daha kendine çekmeyi başarmıştı. Çünkü biz zayıftık, zaaf içindeydik. Zayıflığımız da zaafımız da senden ayrı, senden uzak olmamızdı aslında. Biz bunu bilmezlikten gelsek, düşünmek istemesek de... Bir mirasyedinin yaptığından daha çok, çok daha kötü, çirkin, utanç verici ve alçaltıcı değil miydi bu bizim yaptığımız?

Zulümdü adı bunun, nankörlüktü.
Günahlar çöldü, bizler kaybolmuştuk; kum tepeleri hep birbirine benziyordu Efendim... Tıpkı bizler gibi birbirine benziyordu sarı tepeler... Meydana getirdiğimiz, varlığı anlamını yitirmiş, ruhsuz kalabalıklar, cansız topluluklar gibi... Peşine düştüğümüz, içimize zehir akıtan lezzetler gibi... Zehirli olduğunu bildiğimiz hâlde, vicdanımız hakikati kulağımıza fısıldadığı hâlde vazgeçmediğimiz, bir türlü vazgeçemediğimiz... Ardı arkası kesilmeyen serapların peşinden koşar gibi...

Bizi dağlar, tepeler kadar günahlara batıran, bulaştıran hep seni unutmuş olmamız değil miydi Efendim?

Günahlar denizdi, biz yüzüyorduk.
Bütün çabamız bir tahta parçasının üzerinde, bir kara parçasına çıkabilmek içindi...
Zincir zincir yanlışların bizi götüreceği hayâl adalarına... Yalan, sanal adalara...
Susamıştık ama kanmak için denizin suyunu içiyorduk; içtikçe daha çok içiyor, içtikçe daha çok susuyorduk... Bu işkence ne zaman bitecekti? Yok, hayır; şikâyet etmeye hakkımız yoktu. Bir tek söz etmeye dahi hakkımız yoktu bizim...

Yoktu Efendim, değil mi? Bu gerçeği olsun kabul etmeliydik, eğer bunu da inkâra kalkışırsak tamamen kaybedecektik...

Sensizlik fırtınaydı...
Fırtınanın ortasında, farelerin delik deşik edip sonra da terk ettiği, su alan bir gemide kalmıştık biz. Her bir yönden şiddetle esen rüzgâr, göğü delercesine yağan yağmur... Birbirine karışan sesler, korku, dehşet ve çığlıklar...

Adam boyu dalgalar vardı Efendim.
Sensizlik geceydi; dipsiz bir kuyu gibi, gözleri kör edecek kadar siyah, üzerimize çekilmiş bir yorgan gibi... Küçük bir çocuğun annesiz kalışı gibi, minik bir kuşun kafese konuşu gibi...

Yönümüzü şaşırmıştık, haritamız kayıptı.
Pusula sendeydi oysa çünkü senindi; pusula da senindi, yol da senin, iz de senin...

Zaman senin zamanın, mekân senin mekânındı...
Zamana hükmeden de, mekânın sahibi de senin Rabbin değil miydi, elbet Rabbindi; o Rab ki, her yarattığını; zamanı da mekânı da, güneş ve yıldızları da, dünya ve içindekileri de senin nurunla aydınlatmıştı Efendim...

Kaptan sendin Efendim.
Kaptansız kalmıştık biz, bilmediğimiz sonu yokmuş gibi engin, dipsiz denizlerde, senden ayrı düşmüştük, senden çok uzaklarda... Aramıza giren denizler, okyanuslar, kara parçaları mıydı; onca zaman, onca mesafe, yüzyıllar ve kilometreler miydi; bizleri senden bu kadar uzaklara sürükleyen, yoksa şirk ile nefsani arzu ve isteklerimizin ağzına kadar doldurmuş olduğu kalplerimiz mi?

Seninle bir olunca, rehber sen olunca çöl de birdi, deniz de birdi oysa kara da hava da... Kış da birdi yaz da Efendim, dağ da ova da... Sen olduktan sonra...

Gözümüze ışığı sokmayan bizdik... Güneşi örtmeye kalkan, gündüzü inkâra yeltenen kendimiz değil miydik?

Dünyada yalnızdık.
Seninle beraber gitmişti selam ve kardeşlik de sevgi ve muhabbet de...
Her birimiz, kocaman fakat içi boş “biz”in içinde, yapayalnız kalmıştık...
Bütünlüğümüzü, birliğimizi bozan yine kendimizdik; başkası, başkaları değildi. Gücümüz, ayaklarımızın altındaydı. Bu habercisi, davetiyesiydi çekeceğimiz acıların, sonu gelmeyecek zulümlerin...

Yeryüzü özlüyordu asrısaadeti...
Özlüyordu zamanların en kutlusunu... Senin üstünde yürüyüşünü...
Senin ruhları dirilten sesini, etrafına yaydığın gül kokunu, huzur çağlayanı soluğunu...

Cana can katışını... Müjdeni, gayeni, sevdanı...
Bizler de seni özlüyorduk, ama yol bulamıyorduk özlemimize; kalbimizle kendimiz arasında, günahın bin bir türlüsü kol gezerken onca kir, onca zift bir türlü geçit vermiyordu bize... Oysa sana kavuşabilmek için önce özlem duymamız gerekiyordu Efendim... Özlemini duymadan, hasretini çekmeden, yüreğimize sevgini ekmeden, sana nasıl kavuşacaktık Efendim?

Yeryüzü seni bekliyordu.
Kalbimizle beraber atıyordu onun kalbi de... Bizim kalbimiz onunkinden daha mı derinlerdeydi Allah’ım? Daha mı katıydı Allah’ım?
Şaşkınlık içerisinde, aciz, güçsüz ve mecalsiz soruyorduk, boşlukta yankılanıyordu kelimeler: Işık nerede Allah’ım, kurtuluş nerede?

Nerede, nerede... Nerede?
Ne kadar zaman geçtiği meçhul, nihayet uyandık uykumuzdan.
Bizleri hayattayken hiçlik derelerine sürükleyen, daha ölmeden kendi içimizde kendi kazdığımız cehennem çukurlarına yuvarlayan, umutsuz düşlerin girdabına düşüren, düşürdüğü yerde boğan uykumuzdan...

Sen uyandırdın bizi Efendim...
Sen bizi unutmazsın elbet.
Sen bizi bırakmazsın Efendim...
Bu fırtınanın, bu karanlığın, bu kargaşa ve fitne selinin içine salıvermezsin bizleri...

Unutmadın da, bırakmadın da... Salmadın...
Sen âlemlere rahmetsin Efendim... Şefkat peygamberisin, merhamet peygamberisin...

Sen Rahman’ın elçisisin...
İki cihanın güneşi sensin...
Gökler dönüşünü bekliyordu...
Arz kadar, sema da seni arıyordu Efendim...
Şimdi bizler de seni arıyoruz...

Gözyaşlarımız sel olmuş akıyor, hasretini söndürür mü Efendim? Bulutlarla beraber ağlıyoruz bizler şimdi...
Sana ağlıyoruz...
Sana, sensiz kalışımıza, ruhlarımızın da bir o kadar senden uzak kalışına...
Salat olsun sana, selam olsun... Rabbü’l-Âlemine hamd ü senalar olsun...
“Şüphesiz ki, Allah ve melekleri peygambere çok salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin, tam teslimiyetle de selam edin.” (Ahzap, 56)