Makale

Yoksa Biz de Kur’an’ı “Mehcur” mu Bıraktık?

Yoksa Biz de Kur’an’ı “Mehcur” mu Bıraktık?

Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

On dokuzuncu asrın son yıllarında İngiliz Parlamentosunda kürsüye çıkan Sömürgeler Başkanı Gladstone, elindeki Kur’an’ı göstererek şunu söyler: “Bu Kitap Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara gerçek anlamda egemen olamayız. Ne yapıp etmeli; ya Kur’an’ı ortadan kaldırmalıyız ya da Müslümanları Kur’an’dan uzaklaştırmalıyız.”
Açık yüreklilikle itiraf etmek gerekirse, bu zihniyete sahip olanların amaçlarına ulaşamadıklarını söyleyemeyiz. Onların Kur’an’ı ortadan kaldırmaları mümkün değildi; çünkü buna güçleri yetmezdi zaten. Ancak büyük çoğunluğu itibarıyla günümüz Müslümanlarının Kur’an’a karşı görevlerini yapmadıkları da bir vakıadır. Kur’an elimizde mi? Ne yazık ki bugün Kur’an elimizde değil, raflardadır. Bizler, televizyonun karşısına geçip belki saatlerce onu seyrediyoruz. Kur’an da hemen yanı başındaki raftan bir terk edilmişlik hâli içerisinde bizi seyretmekte ve lisan-ı hâliyle âdeta şöyle şikâyet etmektedir: “Ey Müslümanlar! Televizyona ayırdığınız vaktin az bir kısmını da olsa acaba ne zaman bana ayıracaksınız?”
Peki, günümüz Müslümanlarının Kur’an’la hiçbir alakaları yok mudur? Böyle bir şeyi söylemek elbette ki mümkün değildir. İçerisinde doğup büyüdükleri kültür, örf ve âdetler yoluyla Kur’an’ın bazı emir ve yasakları onların hayatında şöyle veya böyle etkisini sürdürmektedir. Cenazelerde, namazlarda ve cuma gecelerinde Kur’an okumaktadırlar. Yine belirli bir kesim ibadet niyetiyle Kur’an’ı tilavet etmeye devam etmektedir. Oldukça az bir kısmı da onu anlama gayreti içerisinde bulunmaktadır.
Müslümanların düzenli olarak oldukça az bir kesimi, Kur’an’la hidayete erdirici, irşat edici ve olgunlaştırıcı bir ilişki içerisinde bulunmaktadır. (http://www.islamisite.com) Büyük bir kısmı Kur’an’ı eline alıp onu okumamakta, onunla sıcak, dinamik ve verimli bir beraberlik kurmamaktadır. Dolayısıyla Kur’an toplumumuzun büyük çoğunluğu itibarıyla okunan, anlaşılan ve sıcağı sıcağına hidayetinden istifade edilen, düşünce ve davranışlarımıza rengini veren feyiz ve bereketinden istifade ettiğimiz bir kitap konumunda bulunmamaktadır.
Kur’an’la ilgili çocuklarımıza karşı olan sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getiremedik. Onları hocaya gönderip sadece namaz surelerini ezberlemelerini ve yüzünden okumayı öğrenmelerini yeterli gördük. Biz de yüzünden tilavet etmekle ona karşı görevimizi yaptığımızı sandık. Manasını anlama, Rabbimizin mesaj ve çağrılarını öğrenme şeklinde neredeyse hiçbir gayretimiz olmadı. Oysa Kur’an kendi geliş gayesini, anlaşılmak, üzerinde derin derin düşünmek olarak ortaya koymaktaydı. Ancak biz bunu değiştirdik; ona farklı bir rol ve misyon yükledik, onunla yeni bir ilişki tarzı geliştirdik. Sevap kazanmak için onu okumayı birincil görevimiz olarak gördük; onu anlama işini âlimlere ve hocalara devrettik. Anlamadan Kur’an’ı tilavet etmek elbette ki sevaptı. Ama Kur’an’ın insanlığa gönderiliş amacının bu olmadığı da besbelliydi.
Kur’an’la ilişki biçimi değişmişti. Asırlar boyunca yeni tarz ve usuller icat edilmişti. Bunlardan birisi de, Kur’an’ın işte falan ayetini şu kadar okuyarak vesvese ve evhamdan, sıkıntı ve beladan kurtulmaktı. Üstelik insanın nail olacağı sağlık sıhhat, nimet ve refah da buna bağlıydı. Mesela halk dindarlığına hitap eden kitaplardan birinde Ayete’l-kürsi ile ilgili olarak şu ifadeler geçmektedir: Okunduğunda kırk bin melek iner. Her derde devadır. 170 defa okunursa her türlü sıkıntı gider. 50 defa okunursa rızık ve sıhhat sahibi olunur. 7 defa okunursa evham ve vesveseler izale olur. İşte bizim Kur’an’la kültürel olarak böyle bir ilişki biçimimiz de vardır.
Kur’an böyle bir niyetle okunurken, doğal olarak Ayete’l-kürsi’nin esas geliş amacı da unutulmaktadır ki, bu da müminlere sahih bir tevhit tasavvurunu kazandırmaktır. İşte bizler, Kur’an’ı anlamadan okumaya devam ettiğimiz müddetçe, onun içerdiği ilahî hakikatlerden gafil kalıyoruz. Böylece belki yıllarca onu tekrarlıyoruz; ancak onun insanlığa gönderiliş amacından mana ve muhtevasından da uzak kalıyoruz. Bunun, Kur’an’la olan ilişkimizde, ifade yerinde ise, bir sapma, bir eksen kayması olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Kur’an konusunda üstatlarımız olan ashab-ı kiram, yukarıda örneğini verdiğimiz ayeti böyle bir amaçla okumamışlardır. Onlar, bu ayet sayesinde Kur’an’ın en temel konusu olan tevhit tasavvurunu iyice özümsemiş; neticede Allah Teala’ya olan bağlılık ve teslimiyetleri de artmıştır.
Hz. Peygamber’e muhalif olanlar, Kur’an’ı inkâr ederek ona mehcur/terk edilmiş muamelesini reva gördüler. Nitekim başta verdiğimiz ayette görüldüğü gibi o, mahşer gününde onlardan şikâyetçi olacaktır. Müslümanlar bugün, maddi varlığı itibarıyla Kur’an’ı terk etmemişlerdir. Aksine Kur’an’a olan iman ve saygılarına hiçbir diyecek yoktur. Yine onların değerler dünyasında Kur’an en yüce ve en şerefli yeri işgal etmektedir. Ancak Müslümanlar bugün, onun manevi varlık ve feyzinden, hidayet ve ruhaniyetinden uzak kalmışlardır. Onun aydınlık dünyasının ışıltılarını içlerinde hissedememektedirler. Dolayısıyla bir yönüyle onlar da Kur’an’ı okumayarak, onu anlamayarak ona mehcur/terk edilmiş muamelesini yapmıyorlar mı?
Müslümanlar, Kur’an’ın nazil olduğu Mekke, Medine şehirlerine ayrı bir yücelik ve şeref atfetmişlerdir. Ecdadımız, onun yazımı için yoğun bir çaba sarf etmiş; hat sanatının el emeği göz nuru muazzam eserlerini meydana getirmişlerdir. Yine başta Mısır olmak üzere İslam dünyasında dinleyenlere en güzel manevi haz ve heyecanları yaşatan sayısız Kur’an okuyucusu yetişmiştir. Bunlar, İslam medeniyetinde Kur’an’la ilgili öne çıkan önemli bazı tezahürlerdir. Nitekim konu kültürümüzde şu şekilde formüle edilmiştir: Kur’an Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da da yazıldı.
Önümüzdeki dönemde Müslümanlar buna bir dördüncüsünü eklemek mecburiyetindedirler. Artık Kur’an’ın anlaşıldığı mekân ve ülkelerden de bahsetmeliyiz. Elbette ki Kur’an tarihte tefsir edilmiş ve anlaşılmıştır; ancak günümüzde avamıyla havasıyla yeniden o incelenmeli ve anlaşılmalıdır. Kur’an, yeniden amelin, hayatın ve medeniyetin kaynağı olmalıdır. Dolayısıyla ona karşı olan sorumluluğumuz, yaygın olduğu şekliyle sadece bin bir hatim merasimleriyle bitmemektedir. Çünkü esas sorumluluğumuz, onun anlaşılması ve yaşanmasıdır. Dolayısıyla bin bir hatim merasimleri, ancak baştan sona onun bin bir defa anlaşılıp hatmedilmesi kampanyalarına dönüştüğü takdirde gerçek anlam ve amacına ulaşacaktır. Müslümanlar da ancak bu şekilde manevi ve ahlaki dönüşümün kapılarını kendilerine açmış olacaklardır. Yine ancak bu sayede onlar insanlığa örnek, ümit ve ışık kaynağı olma imkânını elde edeceklerdir.