Makale

Bir Arada Yaşamak

Bir Arada Yaşamak
Prof. Dr. İ.Hakkı Ünal

Ebu Hureyre (r.a.) rivayet ediyor: “(Medine’de) malını satan bir Yahudiye, hoşuna gitmeyen bir fiyat önerilince, “Musa’yı insanlık üzerine seçene yemin olsun ki, olmaz” dedi. Ensar’dan bir adam bunu duyunca, “Nebi (s.a.s.) aramızdayken sen nasıl ’Musa’yı insanlık üzerine seçene yemin olsun, dersin?’ diyerek Yahudiye bir tokat attı. Yahudi Hz. Peygamber’e giderek; “ey Ebu’l-Kasım! Benim zimmetim ve ahdim (korunma garantim ve anlaşmam) varken falancaya ne oluyor da bana tokat atıyor?” dedi. Allah Rasulü adama, niçin vurduğunu sordu. O da olayı anlattı. Nebi (s.a.s.), kızgınlığı yüzünden belli olacak şekilde öfkelendi ve şöyle buyurdu: “Allah’ın peygamberleri arasında üstünlük yarışı yapmayınız.” (Hadisin tamamı için bkz. Buhari, Enbiya, 36)

Hadiste, anlaşma gereği Hz. Peygamber’in ve Müslümanların güvencesi altında olan bir Yahudi, maruz kaldığı bir haksızlığı doğrudan Allah Rasulü’ne iletmiş, o da, bir arada yaşama olgusunu zedeleyen bu davranışından dolayı Medineli Müslümanı uyarmıştır. Ayrıca, hepsi de Allah’ın elçileri olan peygamberler arasında yapılacak bir fazilet yarışının, farklı dinlere mensup insanlar arasında ihtilâf ve kavgalara yol açabileceği düşüncesiyle böyle bir davranışı uygun bulmamıştır.

Bilindiği gibi, sevgili Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiğinde orada müşrik Araplar ve Yahudiler önemli bir güç halinde idiler. Allah Rasulü, Müslümanlarla birlikte onları bir şehir devleti halinde teşkilât-landırmaya ikna etmiş ve Medine’deki bütün tarafların uyacağı bir sözleşme hazırlatmıştır. İslâm tarihinde “Medine Vesikası” olarak bilinen bu sözleşmede anlaşmaya taraf olanların karşılıklı hak ve görevleri, can ve mal güvenlikleri, din ve ibadet özgürlükleri garanti altına alınmıştır. Dünya tarihinin en eski anayasalarından kabul edilen bu sözleşme, aynı zamanda İslâm tarihinde bir arada yaşama tecrübesinin ilk örneğini belgeleyen bir vesikadır. Yahudilerin sözleşme şartlarını ihlâl ederek Müslümanlara karşı Mekkeli müşriklerle işbirliği yapmaları sonucu bu tecrübe ne yazık ki uzun ömürlü olmamıştır.

Hz. Peygamber, Medine halkının takriben yarısını oluşturan Yahudilere karşı hoşgörülü davranmış, kendisine ilâhî emir gelmeyen bazı konularda onların kutsal kitabı olan Tevrat’a uymuştur. Başlangıçta, namazlarda onların kıblesi olan Beytü’l-Makdis’e yönelmiş, Müslümanların, onların kestiklerini yemelerine ve iffetli kadınlarıyla evlenmelerine izin vermiştir. Hz. Peygamber Medine’de Yahudilerin eğitim-öğretim yeri olan Beytu’l-Midras’a dokunmamış, zaman zaman oraya giderek onları İslâma davet etmiş, bazen de ölçüsüz davranışları sebebiyle onları uyarmıştır.

Hz. Peygamber’in bu olumlu tutumuna rağmen, Yahudiler onun ve Müslümanların aleyhinde çalışmaktan geri durmamışlar, fırsat buldukları her durumda Mekkeli müşriklerle işbirliği yaparak Müslümanlara cephe almışlardır. Allah Rasûlü de onların bu tutumlarına karşı sert davranmak zorunda kalmıştır. Örneğin, Kaynuka ve Nadir oğulları anlaşmayı ihlâl edip kışkırtıcı ve saldırgan bir yol izledikleri için Medine’den sürülmüşler, Kurayza oğulları ise, Hendek Savaşının en kritik safhasında anlaşmaya aykırı olarak düşmanla işbirliği yaptıkları ve Müslümanları çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bıraktıkları için ağır biçimde cezalan-dırılmışlardır.

Hz. Peygamber, Necranlı Hristiyanları Mescidinde ağırlayıp onların kendisiyle tartışmalarına izin vermiş, bazı sahabilerin engel olmak istemesine rağmen, ibadetlerini orada yapmalarını sağlamış, imkânı ve gücü olduğu halde onları alıkoymayıp yurtlarına gitmelerine müsaade etmiştir. Kendisine en fazla düşmanlık gösteren Yahudileri bile, Müslümanlarla bir arada yaşayamayacak bir kitle olarak görmemiştir. Bu yüzden onları tamamen imha etmek veya İslâm toprakları dışına çıkarmak amacını gütmemiştir. Böyle bir niyeti olsaydı, Hayber ve çevresindeki Yahudileri ortadan kaldırır veya tamamen Hicaz dışına sürebilirdi. Halbuki Müslümanların güçlü olduğu bir dönemde onları yerlerinde bırakmıştır. Dolayısıyla Hayber’in fethedildiği hicri 7. yıldan Hz. Peygamber’in vefatına kadar geçen dört yılı aşkın sürede Müslümanlarla Yahudiler bir arada yaşama tecrübesinin dikkate değer bir örneğini vermişlerdir. Buradan anlaşılan şudur: Allah Rasulü Müslümanlar için tehlike oluşturmayan hiçbir gayrimüslime dokunmamış, sadece birlikte yaşama imkânı bırakmayacak ölçüde bir tehdit ve tehlike unsuru haline gelen kimselerle mücadele etmiştir. O yüzden, şayet anlaşmayı bozup, müşriklerle işbirliği yapmamış ve savaş suçu işleyerek Müslümanların can güvenliğini tehdit eden bir unsur haline gelmemiş olsalardı, Medine’deki Yahudi kabilelerinin yerlerinde kalmaları kuvvetle muhtemeldi.

Allah Rasulü, Mekke döneminde, müşriklerin baskısı altında bunalan Müslümanların, yöneticileri Hristiyan olan Habeşistan’a hicret etmelerine izin vermiş ve “orada, yanındakilerin hiçbirine zulüm yapılmayan bir hükümdar vardır” diyerek Necâşî’yi övmüştür. Burada Necâşî ile Müslümanların temsilcisi Cafer b. Ebû Talib arasında geçen diyaloğun (Siretu İbni Hişam, 1/260-261), kökeni aynı olan iki dinin mensupları arasında nasıl olumlu bir etkileşime yol açtığı dikkat çekicidir. Ayrıca bu olayda, Hz. Peygamber’in, adil olan ve haksızlık yapmayan gayrimüslimlerle bir arada ve barış içinde yaşanabileceğine yönelik bir yaklaşım içinde olduğu açıkça görülmektedir. Hz. Peygamber’in Hudeybiye barışından sonra birçok devlet başkanı ve yöneticiye mektup gönderip onları İslâm’a davet etmesi de, gayrimüslim komşularıyla barış içinde yaşama arzusunun bir göstergesidir.

Kur’an-ı Kerim’in konuyla ilgili emirlerine uygun olarak Hz. Peygamber’in, Müslüman olmayan unsurlara karşı takındığı bu insanî tavır daha sonraki Müslümanlar için de bir model oluşturmuş, Müslüman yöneticiler de gayrimüslim tebealarına bu çerçeve dahilinde muamele etmişlerdir. İslâm Tarihi bunun parlak örnekleriyle doludur.

Modern Batı dünyası ancak, sömürge politikası ve sanayileşme devriminin doğurduğu işçi ihtiyacından sonra farklı dinî ve etnik unsurlarla bir arada yaşama olgusuyla tanıştığı için bu konuda yeterli tecrübe ve donanıma sahip görünmemektedir. Birlikte yaşadıkları insanların kutsallarına karşı zaman zaman sergiledikleri duyarsızlıklar, bu konuda, İslâmî öğretiden ve Müslümanların sahip oldukları engin tecrübeden daha çok yararlanmaları gerektiğini ortaya koymaktadır.