Makale

Korku Kültürü Doğal Bir Yaşantının Kültür Hâline Gelişi

Korku Kültürü
Doğal Bir Yaşantının Kültür Hâline Gelişi
Av. Gör. Nuran Erdoğruca

Yaşam standardımız giderek yükselmekte, fakat yaşamı algılayışımız daha bir cesaretsiz, çaresiz bir tavırla algılanmakta ve yönlenmektedir. Acaba nedir bunun nedeni? İki temel duygudan söz edilir insanı güdüleyen ’sevgi ve korku’. Gerçekte duygu ve düşüncemizde yaşattığımız ve davranışlarımızla yaşama geçirdiğimiz her şey sevgi ve korku duygusunun farklı yansımaları ve hayat bulmasıdır.

Korku duygusu insanı bölen, parça-layan, bütüne ulaşmasını engelleyen, sınırlandıran, saldırgan kılan, yıkıcı bir duygu iken; sevgi, iyileştiren, yücelten, besleyen, aydınlatan, özgürleştiren, büyüten, yapıcı bir enerji olarak tanımlanabilir. Her iki duygumuz da insanı insan yapan temel özeliklerimiz içerisindedir. Bu iki duygunun öncelikli olarak dışsal bir yansıması vardır ki bu yaşanan süreç, dışarıdan bedenimiz üzerinde verdiğimiz tepkilerle ifadesini bulur. Örneğin korku duygusunun insan üzerinde yarattığı fiziksel etkiler; yüz kızarması, terleme, nefesin kesilmesi, ürperme, çarpıntı, gözlerin gereğinden fazla açılması, ağız kuruluğu, kasların aşırı derecede gerilmesi, bulantı, yutkunma güçlüğü gibi vb… şekillerde görülebilir. Diğer taraftan sevgi ise bizi mutlu kılan, heyecanlandıran, üretkenleştiren, cesaretlendiren, bütüne ulaşmamıza imkân sağlayan ve bunun göstergesi olarak da davranışlarımıza yansıyan bir durumdur. Bu her iki yönümüz de gerçekte düşünce ve duygumuzda beslediklerimizle yaşama geçer ve değerini bulur. Evet asıl içte yaşattığımız duygu ve düşüncele-rimizdir bizleri etkileyen ve davranış olarak yönlendiren. İçte yaşanan korku duygusu bedenimiz üzerinde fark edilen ve yaşanan durum kadar masum ve geçici değildir. Her daim bizimle yaşar ve bizi şekillendirir. Korku bireye tükenmişlik hissi yaşattırarak, bireyi yeni girişimlere atılmaktan alıkoyar. Yeniyi tecrübe edemeyen bireyin ise gelişmesi, yeniyi keşfetmesi mümkün olamaz. Çünkü korku öyle bir yaşantı ve duygudur ki, umutsuzluktan ve tükenmişlikten gücünü alır. Fakat bu güç aslında bireye dönen bir güçsüzlükten beslenir.

Tabi ki belli bir oranda her iki duyguyu da yaşamamız son derece doğaldır ve bunu yaşamaktayız. Örneğin, korku duygusunu yaşam sürecimiz içerisinde çeşitli boyutlarda tecrübe ederiz. Fakat bu korku duygusu bizim yaşa-mımızı yönlendiren temel bir unsur haline geldiğinde, ve davranışlarımız korku duygusundan beslendiğinde, işte asıl sorun gündeme gelmektedir.

Daha çocukluk yıllarından büyükle-rimiz ’sen bunu yapamazsın, gide-mezsin düşersin, vb… birçok yönlendirmelerle bizleri yetiştirirler. Dolayısıyla bizler ta çocuklukla birlikte korku duygusuyla tanışırız. Evet korkuyu besleyen unsurların ilk nüveleri ailede atılır. Aile, bireylerin, dolayısıyla toplumların şekillendiği, değerlerin alındığı ilk aşamadır. Çocuk ya da birey bu ortamda gerçek sevgiyi alamadığında, ilişkilerine yaşama karşı korku geliştirir. Bu korku ise onun tüm yaşamının şekillen-mesinde etkili olur.

Ailede başlayan bu süreç, topluluklara oradan kültüre yansır. Böylelikle korkunun beslendiği bir kültür ve anlayış oluşur. İşte korku, bir anlayış, algılama tarzı olarak bir kültür oluştur. Bu, insanlığı, toplumu yönlendirir. Geçici olarak da değil üstelik. Sürekli hatta birbirini yineleyen süreçlerde korku tekrar tekrar hayat bulur. Örneğin, şiddet korkunun beslediği bir anlayış oluşturur toplumlarda. Bu toplumlarda artık ilişkiler şiddet ve güç unsurlarının yönlendirmesi altında şekil alır. Bu süreç zamanla alışkanlık halini alır. Kişi artık korkuyu öğrenir. Kendisinden, çevresinden, korkmaya başlar. Bunun sonucu olarak, insan kendi eylemlerine yabancılaşma sürecini yaşar. Bu süreç kişilik yapısında parçalanmalara, kendinden, diğerinden uzaklaşmalara zemin hazırlar. İşte korku kültürü bu bireysel ve insanî olan yaşantının sürekli kendini tekrar tekrar üretmesiyle oluşur. Bu da öğrenilmiş bir acizlik sürecini yaşatır. Bu ise kendine ve diğerine yönelik şiddeti besler. Şiddet ise, güç ile birleştiğinde kısıtlamalar ve yönlendirmeler yaşatır. Güvensizlik de aynı şekilde korkunun beslediği temel duygulardan bir tanesidir. Cesaret duygusunun kırıldığı, bireyin kendini aciz ve yeteneksiz hissettiği bir durumdur. Kısırdöngü halini alan bu süreç, kendisini sürekli olumsuz yönde besler.

Korku ve sevgi yaşamın tüm alanlarında en basit bireysel anlamdaki iletişimden, ülkeler bazındaki ilişkilere kadar her daim etkilidir. Örneğin korku, insanlar arası ilişkide sürekli yön verme ve denetleme şeklinde yansır. İlişkilerimizde yön vermek istediğimiz ve denetlemeye çalıştığımız kişi ve kişiler bizden uzaklaşır. Aynı şekilde bu tarz bir iletişimi hissettiğimiz ve yaşadığımız kişiden ve kişilerden de bizler uzaklaşırız. Ya da uzaklaşamıyorsak bile artık gerçek anlamda iletişim kuramayız. Kısacası o otantik varoluş dediğimiz süreci yaşayamayız. Oysa sevgi, ilişki ve iletişimi geliştirmek ve özgürlük vermek ister. Bu konuda bir psikoloğumuz ’Korku kültürü, ’mış’ gibi bir yaşam ortamı oluşturur ve bu ortamda büyüyen kişi kendini ifade etmeyi değil, kendini saklamayı öğrenir. Zamanla iç dünyasından kopuk, ne hissettiğini, ne istediğini bilemeyen insanlar yetişmeye başlar’ yorumunu yapmaktadır.

Korku nasıl kendi kültürünü oluşturursa, sevgi de kendi kültürünü üretir. Korku kültürü insanları birbirine yabancılaştırır. Kişiler ya da toplumlar korku kültüründen beslendiklerinde gerçek anlamda ilerleme ve yenilenme sağlayamazlar. Çünkü korku bir kültür haline geldiğinde yaşamın her türlü alanına yansıyarak âdeta kontrolü eline alır. Ama bu kontrolü eline alış, sevgi değil de korkudan beslendiği için gerçek anlamda iletişim, varoluş sergilenemez. Hep bir otorite ve ona yönelik bir korku bilinçte yaşatılır. Bu ise eylem olarak yansıtılır.

Korku kültürünün doğu ve batı ayrışmasında yaşanması da birbirinden farklıdır. Korku, hem yaşam hem ölüm kavramlarının birbirini kestiği noktalarında bekler kültürleri. Batı dünyevî hayatı sevip yönetmeye kalktıkça sekülerleşirken, doğu mistikleşir, ruhanileşir. Fakat giderek doğu kültürleri de kendi değerlerinden uzaklaşmakta seküler dünyanın dayatmaları ve korkularıyla sarsılmakta ve şekillenmektedir.

Peki bu noktada nedir önemli olan? Bizlerin içten mi yoksa dıştan mı beslendiğimizdir. Korku dış etkilerin şekillendirmeleriyle beslenir. Dışta olan her türlü değişim ve yenilenme, kaygı verici olarak algılanır ve insanı ürpertir. Oysa içten beslenen, kendi gücünü içten alan, bireyler dış etkilere karşı duyarsız-laşmamakta, fakat gerçek güçlerini de dışa endeksli yaşamamaktadırlar. Kısacası ’olmak’ bilinciyle yaşamlarını kurabilmektedirler.

Dinimizin bu noktada bizlere mesajının, sevgi merkezli mi yoksa korku merkezli olduğunu Yüce yaratıcının insanlığa göndermiş olduğu Kur’an-ı Kerim’den bir ayetle anlayabiliriz: ’Rahmetim gazabımı geçmiştir.’ Rahmet sevginin en son noktasını ifade eden aşkın bir sıfattır. Yaratıcı insanlığa rahmetle, sevgiyle yaklaşmakta, bizden de sevgiyi yaymamızı, onu yaşatmaya yönelik eylemler üretmemizi istemektedir. Sevgi ile yapılan eylemelerimiz gerçek anlamda bizleri besleyebilir ve diğer insanlara katkı sağlayabilir. Çünkü sevgi eylemdir. Kendine ve diğerine yönelik olumlu eylemler ürettiren bir yaşantıdır. Kişiyi besler ve büyütür. Ayrıca sevgi umuttur. Umut ise yaşamın itici gücünü oluşturan bir varoluş tarzıdır.

Yaşamın her sahasında, korkuyu değil sevgiyi, tükenmişliği değil umudu, güvensizliği değil güveni yaşayalım ve yaşatalım. Korkunun beslediği, birbirinde ayrışmış nesne olmayı seçen birey ve toplumların yerine, özne olma cesaretini gösteren, sevgiden beslenen birey ve toplum olma bilincini her an içimizde canlı bir şekilde yaşatalım. Ki, bu bilinç dinamik bir varoluş tarzı olduğu için davranışa geçecektir.