Makale

İslam’da HAK KAVRAMININ MAHİYETİ VE BOYUTLARI

İslam’da
HAK
KAVRAMININ
MAHİYETİ VE BOYUTLARI

Prof. Dr. Hüseyin Tekin Gökmenoğlu
Selçuk Ü. İlahiyat Fakültesi

Hak kavramı, hukukun ister felsefî - doktriner boyutuyla, ister pratik hayattaki fonksiyonel boyutuyla olsun, en temel kavramı ve belki de yegâne amacıdır. Bu alandaki teorik ve pratik her faaliyet, hakkın ve hakkaniyetin temini, haksızlığın giderilmesi içindir.
Hukukî ilişkilerin merkezinde ve çekirdeğinde hak kavramı vardır. Arapça cümlelerde fiil olarak kullanıldığında "hakka" kelimesi, bir işin, bir şeyin gerçekleştiğini, inkâr edilemeyecek şekilde sübut bulduğu, gerçeğin ortaya çıktığı anlatılmak istenir. Kur’an-ı Kerim’de Yasin, 7 ve Yunus, 33’de hakka fiili bu anlamda geçmektedir. Bu fiilin mas- darı isim ve sıfat olarak Arapça’da olduğu kadar Türkçemizde de birçok anlamda kullanılmaktadır. Bir şey için "el-hak" denildiğinde kastedilen, o şeyin inkârı kabil olmayacak derecede gerçekliği ve sübutudur. Zaten hakikat kelimesi de bu kökten gelmektedir.
Müslümanların örfünde bu kelime çoğu defa, dış âlemde vuku bulan realitelerle zihinde, o konuda önceden mevcut olan inancın ve bilginin mutabakatını ifade etmek için kullanılır. Bu duruma ilim ile malumun, mutabakatı da denmektedir. Bu anlamdan hareketle "hak" kelimesi akaid, dinler, mezhepler hakkında kullanılırsa, olumlu bir değer yargısını, bu sıfatı kullanan kimsenin o yapıya müspet yaklaşımını ortaya koyar. Hak din, hak mezhep, hak inanç nitelendirmelerinde hep bu yaklaşımın görünümleri vardır.
Söz konusu mutabakat fikir ve sözlere ilişkin olursa, sevap ve sıdk yani doğruluk, yargılama ve hüküm verme alanında olursa, adalet ve hikmet; içtihat alanında olursa, isabet şeklinde, "hak" anlamında ve bu kavramın paralelindeki yargı ifadeleriyle zikredilebilir. Hak yerini buldu ifadesiyle, adalet yerini buldu ifadesi arasında herhangi bir anlam farkı yoktur.
Bazen zihindeki tasavvur ile dış âlemdeki gerçeklik arasında mutabakatı ifade eden "hak" olmanın yanında, çelişki ve zıtlıklar da söz konusu olacaktır. Bu çelişki ve zıtlıkların neticesinin ifadesi de, mutabakatı ifade eden haktan tabiatıyla ayrı olarak başka bir kavramla olacaktır, işte bu durumda "bâtıl" kavramı kullanılmaktadır. Bu bağlamda yukarıda "hak" kavramıyla yakın ilişkilerini ortaya koyduğumuz "sevap ve sıdk"ın yerini, "bâtıl" kavramıyla ilişkili olarak "hata ve kizb"; "adalet ve hikmef’in yerini ise aynı şekilde, "zulüm ve abes" gibi menfî nitelikteki sıfatlar alacaktır.
"Hak" kelimesi bilindiği gibi aynı zamanda Allah Teâlâ’nın doksan dokuz güzel isminden biridir. Gerçekliği ve sübutu her şeyden önce olması, bu isimle de zikredilmesinin en önemli nedeni olsa gerekir. O’nun "Hak" oluşu, diğer şeylerden farklı ve öncedir. Zira bizzat ve ezelden ebede sürekli olarak var olan ve ulûhiyeti tecelli eden O’dur.
Hukuk alanında hak kavramı
Hukuk kelimesi sözlükte haklar anlamına" germekle beraber, bugün daha çok Türkçe ‘ye geçtiği şekliyle müfret bir yapı edinmiş ve uyulması devlet gücüyle desteklenmiş, toplum ilişkilerini düzenleyen sosyal kurallar bütünü olma anlamını kazanmıştır. Bu durumda artık hak-hukuk arasındaki ilişki tekil çoğul ilişkisi olmaktan çıkmış, hukuk, hakkın gerçekleşmesi, hakkın yerini bulması; haksızlığın önlenmesi için faaliyet gösteren bir müessese mahiyetini almıştır. Haklar, hukuk sistemlerince belirlenir olmuştur.
Hakkın unsurları
Bunlar: 1. Hakkın konusu (mevzuu veya objesi), 2. Hak sahibi (aktif suje), 3. Yükümlü (mükellef, pasif suje), 4. Hukukîlik (takrir, meşruluk).
1. Hakkın konusu: Hakkın konusunu çeşitli şeyler teşkil edebilir. Meselâ, satılan bir malın karşılığı (semen) veya emanet bırakılan, yitirilen eşya gibi maddî herhangi bir mal, hakkın konusu olabileceği gibi, kiralanan bir evde oturma şeklindeki menfaat de hakkın konusu olabilir. Aynı şekilde satılan malın teslim alınması gibi bir eda yani, fiil de hakkın konusu olabilir. Zarar verilmeme, rahatsız edilmeme gibi birtakım ictinab ve kaçınmaları istemek de bir eylemsizlik ifade etse de hakkın konusu olabilirler.
2. Hak sahibi: Hakkın konusu üzerinde, kendisine tasarrufta bulunabilme yetkisi tanınan şahıstır. Hakikî veya hükmî (gerçek veya tüzel) şahıs olabilir.
3. Yükümlü (mükellef): Hak sahibi lehine eda veya sakınma şeklinde bir tutum içinde bulunması gereken şahıstır. Borç ilişkilerinde borcu ödemekle yükümlü kişiler açıkça bellidir. Ancak hayat hakkı gibi bazı haklarda yükümlü diğer tüm kimselerdir.
4. Hukukîlik: Bir hakkın ihlâli durumunda, failin karşı karşıya kalacağı ceza, tazminat, eski hâlin iadesi gibi müeyyidelerin, yürürlükteki hukuk normlarında yer alması demektir.
Hakların tasnifi
Modern hukukta haklar meselâ nitelikleri yönünden: Mutlak haklar (herkese karşı dermeyan edilebilen), Nisbî haklar (sadece yükümlüden talep edilebilen) olarak, konuları yönünden: Mal varlığı hakları - şahsiyet hakları; hukûkî etkileri bakımından inşâî haklar - hakimiyet tazammun eden haklar; devredilebilme yönünden: Şahsa bağlı (devredilemeyen) haklar - şahsa bağlı olmayan (devredilebilen) haklar; elde edilmeleri yönünden: Doğrudan haklar - dolaylı haklar; devletle olan ilişkileri yönünden: kamu hakları - özel haklar gibi sınıflandırmalara tâbî tutulmuştur.
Modern hukuk sistematiği kalıpları içinde Islâm hukukunun konularını işleyen son dönem Islâm hukukçuları, dikkate aldıkları kriterlere göre hak kavramını birçok tasnife tâbî tutmuşlardır. Ancak bu tasnif çabasının köklerini, hicrî beşinci asır fıkıh usûlü literatüründe görebiliyoruz. Bu dönemde tasnif: Hukukullah-hukuku’l-ibad şeklinde yapılmıştır.
Allah hakkı - kul hakkı
Allah hakkı-kul hakkı şeklinde terceme edebileceğimiz bu ayırım belki de ilk yapılan tasnif olmasından dolayı, İslam hukuk literatüründeki en yaygın taksimdir. Ancak bazı fiil ve hükümler hem Allah hakkını hem de kul hakkını ilgilendirdiğinden karma nitelikli üçüncü bir hak grubu daha ortaya çıkmıştır. Hatta bu karma nitelikli üçüncü grup, hakkın ağırlığına göre Allah hakkının galip olduğu hükümler, kul hakkının galip olduğu hükümler olarak yeniden ikiye ayrılmıştır. Böylece bu hususta dört grup ortaya çıkmıştır. Allah hakkı - kul hakkı şeklindeki bu ayırım, sanki hak sahibine göre yapılmış bir ayırım görüntüsü verse de, Allah’ı diğer hak sahibi sujelerle birlikte değerlendirmenin söz konusu olmaması sebebiyle bu ayrım, hakkın mahiyeti ve sağladığı yararın özel ve geniş olmasıyla ilgilidir. Ancak bazı ibadetler gibi fiillerin sırf Allah’a yönelik olması, onların Allah hakkı gibi telâkki edilmesine sebep olmuştur.
işte en başta iman ve ibadetlerden sırf Allah’a yönelik olanlar ile bir kişi veya grubun değil, kamunun yararlandığı haklar, hukukullah olarak telâkki edilir. Bunun tersine hakkın yönelişi en başta kamuya değil de belirli kimselere ise bu hak, hukuku’l-ibad türündendir.
Allah haklarının iki temel özelliği vardır. Bunlardan birincisi; bu hakları kişiler tarafından af, sulh gibi yollarla ortadan kaldırmak ve değiştirmek mümkün değildir. Bu hakların akılla hikmetleri tespit edilemese bile, bunlara uyulmasında tereddüt gösterilmez. Diğer özellik ise, her Müslüman ve özellikle kamu otoritesine sahip kimseler, bunları emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker gereğince korumak durumundadır.
Sırf Allah hakkı sayılan fiil ve hükümler sekiz grupta ele alınmıştır. 1. İman, namaz, oruç, zekât gibi ibadetler. 2. Fıtır sadakası gibi başkasına yardım niteliğindeki ibadetler, 3. Öşür gibi ibadet niteliği de bulunan vergiler, 4. Haraç ve cizye gibi ceza niteliği de olan vergiler. 5. Hırsızlık, zina, içki, gibi belirli suçların nassla tespit edilmiş aslî cezaları. 6. Kâtilin, maktulün mirasından mahrum olması gibi munzam yani ek cezalar. 7. Yemin, oruç bozma, hataen adam öldürme, zıhar (hanımının bir uzvunu, kendisine haram bir kadının uzvuna benzeten beyanda bulunma) kefaretleri. 8. Hukuktan doğan ve yükümlüsü bulunmayan diğer haklar (ganimetlerin ve madenlerin 1/5’nin yine Allah hakkı, yani pratikte kamunun olması gibi).
Kul hakları da iki grupta değerlendirilmektedir. Birincisi, genel kul hakları ki, bunlar toplumun ortaklaşa yararlandıkları imkân ve haklardır. Kişilerin mübah olan şeylerden ve kamu hizmet ve imkânlarından yararlanmaları bu gruba girer. Bunlardan yararlanma mecburî olmayıp tercihe bağlıdır. Ancak kamu otoritesine sahip merciler, kamu yararına gerekçelerle bu haklardan yararlanmayı sınırlandırabilirler veya bazılarını kaldırabilirler. Meselâ avlanma gibi. İkincisi ise özel kul hakları olup kamuya kapalı, sadece kişinin özel yararına olan haklardır. Meselâ haksız fiil sonucu meydana gelen bir zararın tazminine ilişkin hak zarar gören kimsenin özel hakkıdır. Bu haklardan hak, sahibi kişi, ayrı ayrı yapmak kaydıyla feragat edebilir. Genel bir feragat yapamaz. Karma mahiyet ve nitelikteki haklara gelince bunlar yukarıda da ifade ettiğimiz şekilde, sağladığı menfaatler bir yönüyle mecazen de olsa Allah hakkı; diğer yönüyle kul hakkı şeklinde görünümü olan haklardır. Ağır bastığı yöne göre ikiye ayrıldığını da daha önce belirtmiştik.
1. Allah hakkının ağır bastığı karma haklar: Ruh ve beden sağlığı, kamu alanındaki temel hak ve hürriyetler gibi haklardır. Zina iftirasına uğrayan kimsenin, karşı tarafın cezalandırılmasına ilişkin hakkı da böyledir. Bunlar ilk bakışta kul hakkı gibi algılansalar da, bunların çoğunun Allah’ın emaneti, dolayısıyla O’na karşı bir sorumluluğu da beraberinde getirmesi bakımından bu gruba dahildirler.
2. Kul hakkının ağır bastığı karma haklar: Kasten adam öldürme ve yaralama suçlarında uygulanan kısas cezası, nassla belirlenmiş olması bakımından Allah hakkı gibi görünse de, suçun ortaya çıkardığı neticeler bakımından gerek mağdur, gerekse yakınları açısından çok büyük acı ve kayıplar söz konusudur. Bu nedenle bu ceza, kul hakkı ağır basan karma nitelikli bir haktır.
Kazaî hak-dinî hak
Fiilen mevcut olmasına rağmen yargı mercileri önünde ispat edilip edilememesi ve dolayısıyla mahkeme hükmü ile sabit olup olmaması kriterine göre, haklar ikili bir taksime tâbî tutulmuştur: 1. Dinî hak, 2. Kazaî hak. Eğer bir hak yetkili mahkemece yargı sisteminin öngördüğü usûl ve şartlar çerçevesinde ispat edilip tanınıyorsa, bu hak kazaî haktır. Fakat fiilen var olmasına rağmen yargılama usûlünün kabul ettiği delillerle ispatı mümkün olmuyorsa, bu hak ise dinîdir. Üzerinde bulunmasına rağmen bir başkasının ispat edemediği böyle bir hakkını inkâr eden kimse, dünyadaki adaleti yanıltabilse de, İslam inancına göre ahi- retteki adaleti aldatamayacaktır.
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi çok çeşitli ölçüleri dikkate alarak, haklan birçok açıdan tasnife tâbî tutmak mümkündür. Ancak bu tasniflerin birçoğunda tutarsızlıklar görüldüğünden tartışmalar sürmektedir. Bunlara girmemek için özellikle formel hukuktan ziyade, İslam’ın din boyutunun ön plânda olduğu bu hakları ortaya koymaya çalıştık. Meselâ burada ele almadığımız mücerred (soyut) hak - müteekkid (güçlendirilmiş) hak, gibi ayırımlar da vardır ki, bu tamamen tartışmalı olmakla beraber, hakkın tanınması ve kullanılmasındaki aktivite ve pasifize ile ilgilidir. Üzerinde tam bir anlaşma sağlanmış değildir.