Makale

ADANMIŞLIK RUHU VE GENÇLİK

ADANMIŞLIK RUHU VE GENÇLİK

Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karslı

“Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı ve ’Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa erişmeyi nasip eyle‘ demişlerdi.” (Kehf, 10.)

Kur’an’da yer alan surelerden biri de Kehf (mağara) suresidir. Surenin girişinde “Ashab-ı Kehf/Mağara Arkadaşları”ndan bahsedilir. Diğer kıssalarda olduğu gibi burada da olayın nerede ve ne zaman gerçekleştiği konularında herhangi bir bilgi verilmez. Neden? Çünkü Kur’an’ın amacı tarih bilgisi vermek değildir; aksine evrensel insani ve dinî özü, gerçekliği ortaya koymaktır. Başka bir ifadeyle insanın insanlığına ve manevi yücelişine katkı sağlamaktır.

Kıssayla Kur’an, muhataplarına konuşma ve sohbet adabını da öğretir. Çünkü o, insanlar arasında çokça yapıldığı gibi, lüzumsuz tartışmalara girmeyi, insana faydası olmayan yahut delilsiz ve mesnetsiz polemiklere dalmayı uygun bulmaz. (İsrâ, 36.) Nitekim bu gençlerin mağarada ne kadar kaldıkları ve sayılarının kaç kişi olduğu konularına girilmesi hoş karşılanmaz. (Kehf, 19, 22.) Aslında insanın dünya ve ahiretine faydası olmayan konulara girmesi, bir anlamda onun kendi kendisiyle yüzleşmeden kaçması anlamını da ifade eder. Oysa Kur’an konuyu hep “insan”a getirir; iman ve ahlâk konusunda onun yaşadığı zaaflara, sapma ve çelişkilere dikkat çeker.

Kıssaya göre, bahsedilen bu gençler bir mağaraya sığınmışlar ve Allah’a şöyle yalvarmışlardı: “Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa erişmeyi nasip eyle.” (Kehf, 10.) Bu yakarışlarına karşılık Allah da onların maneviyatlarını desteklemiş ve hidayetlerini artırmıştı. (Kehf, 13, 14.)

Yapılan tefsirlerden, bu gençlerin baskı ve zulmün egemen olduğu, inananların bin bir çile ve ıstıraba maruz bırakıldığı putperest bir toplumda yaşadıkları anlaşılmaktadır. (Kurtubî, el-Cami’ li Akâmi’l-Kur’an, 1.bs. Beyrut 1408/1988, V, 233.) Onlar küfrün tasallutundan kendilerini koruyabilmek için bir mağaraya sığınır ve Allah’ın engin rahmetine iltica ederler. Tıpkı Firavun’un korkunç tehditleri karşısında Allah’ın af ve bağışına sığınan iman erleri gibi. (Taha, 72.)

Mağara Arkadaşları, şeref ve izzetin, yücelik ve kudretin mal-makam, para-pul, şan ve şöhrette değil; yürekten Mevla’ya bağlanmakla gerçekleşeceğine inananlardı. Bu sebeple onlar, gönüllerindeki iman meşalesinin sönmesine razı olmadılar, üç günlük dünya sevdasına sonsuz cennetleri feda etmediler. Onlar peygamber değillerdi, ancak peygamber tavırlı aydınlık insanlardı, peygamberin tutuşturduğu tevhit ateşini gönüllerinde bütün sıcaklığı ile yaşayan kimselerdi. Kaldı ki, yıldırma ve saptırmalara karşı soylu bir duruş sergileyebilmek için illa da peygamber olmak gerekmiyordu; sadece hak ve hakikate bağlı onurlu bir insan olmak yeterliydi.

İşte bunun için Mağara Arkadaşları, aile, akraba, eş dost hepsini terk ettiler, küfrün cehenneminden mağaranın cennetine sığındılar. Mağaranın darlığında ve karanlığında imanın genişliği ve aydınlığını buldular. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar, bütün darlığına rağmen mağara onlara geniş ve ferah geldi. Küfrün sıkıntılı ve zor yaşamından imanın huzur ve ferahlatıcı iklimine koştular.

Seyyid Kutub’un ifadeleriyle, bu iman sayesinde “Dar sınırlar hemen kalkar ortadan, sert duvarlar çabucak incelir ve yumuşar. İnsanın içini sıkan yalnızlık birden bire yumuşar ve hafifler. Ve bir de bakarsınız ki her yanda rahmet, her yanda incelik, her yanda huzur ve her yanda rahatlık. İşte iman budur. Dış görünüşlerin ne önemi var? Şu insanların yeryüzündeki hayatlarında aşina oldukları değerlerin, durumların ve mefhumların ne değeri var? Bütün bunların ötesinde imanla dolan, Rahman’la dost olan gönüllerde başka bir âlem daha vardır. Rahmetin, inceliğin, huzurun ve memnuniyetin gölge gölge serildiği bir başka âlem daha.” (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, 17. bs., 1412/1992, IV, 2262.)

Adanmışlık ruhu, aslında genç-yaşlı, kadın-erkek demeden nasibi olan herkes için bir şanstı, ancak gençlerde bir başka şekilde tezahür ettiği de bir gerçekti. Çünkü gençlik, hayallerin, tutkuların ve idealizmin yeşerip geliştiği bir çağdır. Yeniliğe ve ileriye doğru atılımların yapıldığı, hayatın gerçek anlamının peşine düşüldüğü ve kendi kimliğini arayıp bulma çabalarının yoğunlaştığı bir dönemdir. Gençler iyilikseverdir; çünkü kötülükleri tanımamışlardır. Çabuk güvenip çabuk bağlanırlar; çünkü aldatılmamışlardır. Yüksek amaç ve hayalleri vardır; çünkü koşulların sınırlayıcı etkisini öğrenmemişlerdir. (Atalay Yörükoğlu, Gençlik Çağı, 10. bs., İstanbul 1998, 20.)

Kur’an, peygamberlerle beraber hak yolunda mücadele eden nice Allah dostu bulunduğunu bizlere haber verir. (Âl-i İmrân, 146.) İşte bunlardan birisi de, Son Nebi’nin Medine’ye İslam’ı öğretmek üzere gönderdiği genç muallim Mus’ab b. Umeyr’di. Aslında o, şanslı bir gençti, çünkü birçok gence nasip olmayacak zengin bir aileye mensuptu. Ancak Hz. Peygamberle tanışması onun hayatında dönüm noktası oldu. Fakat bu, o kadar kolay da gerçekleşmedi; çünkü babası ve annesi Müslüman olduğu için onu hapsettiler, dönmesi için baskılara maruz bıraktılar. Ancak o, davasından vazgeçmedi; kendisini bekleyen debdebe ve şatafatlı hayatı elinin tersiyle itti ve bütün gönlüyle Son Nebi’ye bağlandı. Çünkü aradığını onda bulmuş, âdeta kendisine yeni bir hayat bahşedilmişti. Artık uğrunda nefes tüketilecek, hatta hayat feda edilecek yüce bir davanın mensubuydu. O, Medine’de kaldığı sürece hep kendisi gibi hak ve hakikate sevdalı gönüller aradı, durdu. Sabrını ve merhametini bütünüyle onlar için harcadı. Kapı kapı dolaştı, kovuldu, azarlandı ama hiçbir zaman pes etmedi. Böylece Medine’de İslam’a gönül verenlerin, Son Nebi’ye kucak açanların sayısı hızla çoğaldı. Neticede hicret gerçekleşti. Ardından Bedir ve Uhud savaşları geldi. Mus’ab b. Umeyr hep öndeydi, her iki savaşta da sancaktardı. Uhud’da şehit olup muradına erdi. Savaştan sonra şehitler defnedilirken, Son Nebi, yoksul bir kıyafet içindeki Mus’ab’ı yanındakilere göstererek, onun bir zamanlar en güzel elbiseleri giydiğini, en güzel yemekleri yediğini fakat Allah ve resulünün sevgisini her şeye tercih ettiği söyledi. Nitekim Uhud’da şehit düştüğü gün, bu genç için kendisini saracak bir kefen dahi bulunamamıştı. Bedenini hırkasıyla örtmeye çalıştıklarında, başına çekince ayaklarının, ayaklarına çekince başının açıldığını, sonunda başını örttüklerini ayaklarının üstüne de kokulu bir ot demeti konulduğu rivayet edilir. O, sonraları ashap arasında hep bu dünyanın cazibesini terk edip Allah yoluna kendini adamanın sembol ismi olarak hatırlandı. (Buhârî, “Cenâiz”, 27; “Meğâzî”, 17, 26; Müslim, “Cenâiz”, 44.)

Mağara Arkadaşları ve Mus’ab belirli zaman ve mekânda yaşamış olabilirler; ancak onlar bütün zaman ve mekânların insanlarıydı. Çünkü onlar, bu âlem var oldukça devam edecek olan ölmez bir ruhu, rabbanileşme ruhunu temsil ediyorlardı. Çağ ve coğrafyalar değişse de, hepsinde ortak, değişmeyen bir öz vardı: O da, kişinin bütün benliği ile azamet ve kerem sahibi olan Allah’a bağlanması, O’nun yoluna kendini adaması, hoşnutluğunu kazanmak için çalışıp çabalamasıdır.