Makale

Berceste Beyitler

Berceste Beyitler

İmtisâl-i câhidû fillâh olubdur niyyetüm Dîn-i İslâm‘un mücerred gayretidür gayretüm Fatih Sultan Mehmed (Avnî)
(Niyetim, Allah için, küfürle savaşmanın misalini göstermektir. Gayretim, sadece İslam dininin yücelmesi içindir.)
Vedat Ali Tok

Bizans, kendi halkına zulmediyordu. Halk, bu zulümden kurtuluşun reçetesini Osmanlı’da, Fatih’te gördüğü için “İstanbul sokaklarında kardinal şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederiz.” diyordu. Sultan Mehmet ise genç, fakat Molla Güranîlerin, Akşemseddinlerin ellerinde pişmiş bir padişahtı. Mazlum Bizanslıların feryatlarını cevapsız bırakma niyetinde değildi. Üstelik İstanbul’un Müslüman olma zamanı çoktan gelmiş, çağ ise ihtiyarlamıştı.
Çağ kapatıp çağ açan ve İstanbul’u fethetmekle Hz. Muhammed (s.a.s.)’in “Letüftehanne’l-Kostantiniyyete. Fele ni’mel-emiru emiruha vele ni’mel-ceyşu zalike’l-ceyş” (İstanbul elbette fethedilecektir, onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onun askeri ne güzel askerdir.) Hadis-i şeriflerine mazhar olan Fatih Sultan Mehmet, çocuk yaştan itibaren kuvvetli bir ilim tahsili görmüştür. Onun yetişmesinde babası Sultan 2. Murat Han’ın büyük çabaları etkili oldu. Sultan Murat, sarayının kapısını âlim ve şairlere açmış; Fatih de onların feyizleriyle farklı ve manevi bir atmosferin içinde büyümüştür. Padişah olduktan sonra da Sultan Mehmet Han, gerek yerli, gerekse yabancı ilim adamlarına, sanatkârlara iltifatlarda bulunmuş, onlardan hak ettikleri desteği hiçbir zaman esirgememiştir.
Kudretli ve kuvvetli bir padişah, üstün niteliklerle donanmış bir kumandan olmasının yanında hassas bir ruh yapısına sahip olduğu bilinen Fatih, Avnî mahlasıyla az fakat adından söz ettirecek kadar şiir yazmış; Osmanlı padişahları arasında ilk defa bir divan sahibi olma özelliğini de o kazanmıştır. Fatih’in divanı Ali Emirî Efendi tarafından bulunmuş ve Fatih Millet Kütüphanesine bağışlanmıştır.
Sultan olmasaydı daha kuvvetli bir şair olabileceği tahmin edilen Fatih Sultan Mehmed’in bilinen/bulunan çoğunluğu gazel olmak üzere, çeşitli nazım şekilleriyle yazılmış yetmiş küsur şiiri vardır. Şiirlerinde İstanbul’u fetheden bir sultan edasını bulmak mümkün değil. Genellikle bir kısmı tasavvufî özellikler taşıyan rindane gazellerle aşktan, sevgiden bahseden gazeller yazmıştır. Onun bu durumunu Prof. Dr. Âmil Çelebioğlu “Bir bakıma bu hususun, onun şahsiyetine uygun olduğu da söylenebilir. Zira o, maddi zevk ve safaya bigâne olan, hizmetlerini manevi bir vazife telakki eden bir hükümdardı. Umumiyetle aşktan, sevgiliden bahsetmesini, başka bir âlemi terennüm ederek bir dinlenme ve yaşanılan hayatın yorucu meşgalelerinden uzaklaşmak ihtiyacına, bir nevi manevi bir hicret duygusuna bağlayabiliriz.” şeklinde yorumlamaktadır. (Prof. Dr. Âmil Çelebioğlu, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, İst. 1998. s. 182.)
Avnî’nin şiirlerinde kahramanca, sultanca ve otoriter ifadelerin olmayışı, aslında onun hassas yapısını ortaya koymaktadır. Zira o, devlet yönetiminde ve cenk meydanında güçlü bir padişah ve asker; fakat insan ve kul olarak mütevazı bir yapıya sahip olma terbiyesini almıştır.
Fatih’in şiirlerini incelerken bir tasnif gereği duyacak olsak, bu tasnifin önemli bir bölümünü aşkın insan üzerindeki yoğunluğu teşkil edecektir.
Avnî, şiirlerinde cihana hükmeden bir padişahtan ziyade, kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşayan bir garip âşıktır. Öyle ki derdini açabileceği hiçbir samimi dostu yoktur; üstelik sevgiliye olan aşkından dolayı da düşmanları çoğalmıştır.
Aşk içinde kimi yâr idem kime hâlüm diyem
Düşmen oldular senünçün dostum âlem bana
Âşık, ölümden korkmaz.
Nasıl ki Yunus “Ölen hayvan imiş / Âşıklar ölmez” hükmünde karar kılmışsa, Avnî de hakiki manada ölümü âşık için korkulacak bir durum olarak görmez. Âşıka dünyayı ve canını terk eylemek kolaydır; ama canandan ayrılış zordur.
Âşıka dünyâ vü can terk eylemek âsân olur
Lîk cânân terkini itmek gelüpdür câna güç
Fatih, padişah ya da İstanbul’u fetheden güzel bir kumandan olmasaydı bile, güzel söyleyişleri, taze buluşları ile Divan edebiyatımızın seçkin şairleri arasında yer alması mümkün olabilirdi.
İmtisâl-i câhidû fillâh olubdur niyyetüm
Dîn-i İslâm’un mücerred gayretidür gayretüm
Fatih Sultan Mehmed’e ait olduğu sanılan bu beyitte kudretli bir mümin-sultan edası hemen göze çarpmaktadır. Ceddimizin bütün seferleri nizam-ı âlem için yapılmıştır. Onlar hiçbir zaman bir milleti aciz bırakma, başkalarının topraklarına el koyma ve halkını sömürme gibi bir gaye ile hareket etmemişlerdir. Bu hususta aslında sözden ziyade tarihe bakmak kâfidir; ancak tarihe de inanmayanlar olacağı muhakkak. Necip Fazıl Kısakürek’le ilgili bir hatıra anlatılır. Bu hatıra belki bizim sayfalarca yazacağımız yazıdan daha etkilidir:
Bir konferansta Fransız bir genç Necip Fazıl’a: “Osmanlı emperyalist değil miydi?”’ şeklinde bir soru yöneltir. Necip Fazıl ise ona çok net bir cevap verir: “Eğer Osmanlı emperyalist olsaydı şu anda bu soruyu Fransızca değil Türkçe sorardın.”
Doğrusu da budur. Osmanlı devleti gittiği, fethettiği yerlerdeki insanları dinlerinde, dillerinde serbest bırakmakla kalmamış onların ibadetlerini rahatlıkla yapabilmeleri için de Türk valileri görevli kılmış, emniyet ve teminatları bizzat Türkler tarafından üstlenilmişti. Bosna’nın fethinden sonra bugün aslı Bosna’da, Foynica kentindeki Fransisken Kilisesi’nin duvarında asılı bulunan 1478 tarihli belgede (Günümüz Türkçesiyle) şöyle diyor Sultan Fatih:
“Ben Fatih Sultan Mehmet Han, bütün dünyaya ilan ediyorum ki, kendilerine bu ferman-ı hümayunum Bosnalı ruhbanlarına ve kiliselerine ve her din ve milletten herkes himayem altındadır. Onlara kimse mani ve zararlı olmasın. İstedikleri gibi, memleketimde hür ve müreffeh yaşasın ve gezsinler ve kiliselerine yerleşsinler. Ne hazretimden, ne vezirlerimden ve reayalarımdan ve cümle memleketim halkından kimseler bu insanlara dokunmayıp onları incitmesinler. Kendilerine ve mallarına ve canlarına ve kiliselerine ve dahi yabancı memleketlerden gelen insanlar da aynı haklara sahip olalar. Yemin ediyorum ki, yeri ve göğü yaratan Allah hakkı için ve peygamberimiz hakkı için (Muhammed Mustafa s.a.s.) ve yedi Mushaf hakkı için ve ulu peygamberler hakkı için ve yüz yirmi dört bin peygamber hakkı için ve kuşandığım kılıç hakkı için, emrime uyarak bana itaat ettikleri müddetçe bu fermana muhalefet edilmeyecektir. Şöyle biline…”
Fatih, Ayasofya’ya girdiğinde de korkularından yerlere uzanarak ağlayan Bizanslılara, susmalarını işaret ederek, patriğe hitaben şöyle diyordu: “Ayağa kalk, ben Sultan Mehmet sana, arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki; bu günden itibaren artık ne hayatınız ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.” Sonra ordu kumandanlarına dönerek halka hiçbir fenalık yapılmaması için askere tembih edilmesini ve bunun için gereken tedbirlerin alınmasını emretti.
Sultan Fatih/Şair Avnî, İslam ahlakının ve terbiyesinin gereği ne ise öyle bir siyaset izlemiş, düşmanların bile takdirini kazanmıştır. Şüphesiz ki onun bu karakterini şekillendiren mefhum, mensup olduğu dinin güzelliğidir. Zaten o da bu güzel beytinde, niyetinin sadece Allah rızası için, küfürle, kötülükle, karanlıkla savaşmak ve bütün gayretinin de sadece İslam dininin yücelmesi olduğunu söylüyordu.