Makale

Nasuriddin Hace Efendi'den bizim Nasreddin Hoca'ya seyahat

Nasuriddin Hace Efendi‘den bizim Nasreddin Hoca‘ya seyahat


Suzan Çataloluk

Yüzyıllar boyunca insanımızı gülümseten, gülümsetirken de düşündüren mizahımızın ana kaynaklarından biridir Nasreddin Hoca. Fıkraları bütün dünya tarafından bilinmektedir. Orta Doğu’dan Rumeli’ye ve Orta Asya’ya kadar pek çok millet Hace ile gülümseyerek düşünmüş ve serüvenlerine yenilerini eklemiştir. Bu, öyle bir hâldir ki onun sözleri ve davranışları latife olarak dilden dile sırlanarak geçmiştir ve neredeyse her mecliste Hoca’dan bir mesel hikâye edilmiştir, edilecektir.
Hoca’nın hayat hikâyesi ile ilgili rivayetler muhtelif. Ona pek çok yer sahip çıkmış, Yunus Emre’de olduğu gibi. Ama genel kanaat Sivrihisar’da doğup Akşehir’de öldüğüdür. 13. yy.’da yaşamış. (1208-1284) Araştırmacılara göre Babası Hortu Köyü’nün imamı imiş.
Sivrihisar’daki medresede okumuş. Babası vefat ettikten sonra onun yerine vazifeye başlamış.
Yine kimi kaynaklara göre kadılık ettiği, kimi kaynaklara göre de kadılık etmek istediği, ancak günahtan korkarak vaz geçtiği, çok çeşitli işlerde çalıştığı, ticaret ile iştigal ettiği yazılıdır.
1237 yılında Akşehir’de ikamet etmeye başlamıştır. Tasavvuf ehli ve evliya kabul edilen Seyyid Mahmud Hayrani ile Seyyid Hacı İbrahim’in ders ve sohbetlerini dinleyip onlardan feyz aldığı ve İslam ile ilgili çalışmalar yaptığı yine kaynaklardan anlaşılmaktadır. Kimi rivayete göre Hallac-ı Mansur ile dostluk etmiş, aynı hocadan ders almış.
Bir rivayete göre de medresede ders vermiş, bu sebeple “Hace Nasuriddin” olarak tanınmış, bu ad halkın dilinde Nasreddin Hoca halini almıştır.
Bu kısa hayat hikâyesinden sonra tarihi seyri de dikkate alarak Hoca hakkında yazılmış ve yayınlanmış eserlerden bahsedelim:
Hoca ve fıkraları, serüvenleri hakkında pek çok kitap yazılmıştır. Bunların büyük bir kısmı da eskilere dayanmaktadır. Ama Nasuriddin Hace hikâyesinin geçtiği ilk kitap 1480 tarihli Saltukname’dir ve Rumeli’nin Osmanlı’ya geçmesinde efsanevi bir vazife yapan Sarı Saltuk’un hayatını anlatmaktadır. Hüzünlü bir hayat hikâyesi olan ve 36 yaşında yad ellerde memleket hasretiyle fani dünyadan geçen Sultan Cem’in emri ile meydana getirilen bu esere imza atan kişi de dönemin ünlüsü Ebu’l-Hayr Rumi.
Ebu’l-Hayr Rumi Türk sözlü geleneğinden yola çıkıp tam yedi sene iz sürüyor, böylece bu eseri meydana getiriyor. Saltukname adı verilen bu güzel eserde Nasuriddin Hace’ye de yer veriyor.
Hoca’nın latifeleri ile ilgili başka bir eser de “Haza Terceme-i Nasreddin Efendi Rahme”dir. Londra’daki British Museum’da bulunmaktadır.
Bu eserde Nasreddin Hoca’nın çok tanınmış bir kişi olduğu ve latifelerinin kitap haline getirildiği kaydedilmiştir. Ayrıca, 1511 yılında kaleme aldığı eserinde Mehmet Gazâli (Deli Birader), 1527 yılında yazdığı “Pendnâme”de Güvâhi, 1532 yılında Lâmii Çelebi ve daha sonra Taşlıcalı Yahya Bey, Hace Nasuriddin’den bahsedip kimi latifelerine kitaplarında yer vermişlerdir.
XVI. yy.’dan itibaren de Nasreddin Hoca latifeleri bağımsız eserler halinde yazılmaya başlanmıştır. Bu kitapların en eskisi olan “Hikâyet-i Kitab-ı Nasreddin”, 1571 tarihlidir. Bugün Türkiye’de ve dünyanın çeşitli kütüphanelerinde toplam 68 Nasreddin Hoca yazması bulunmaktadır. Bu yazma kitaplardan 12’si bizdedir. Diğerleri yabancı ülke kütüphanelerindedir.
Nasreddin Hoca fıkraları ilk kez 1837 yılında, İstanbul’da “Letaif-i Hoca Nasreddin Efendi” adı ile yayınlanmıştır. 1850 yılından 1924 yılına kadar basılan Nasreddin Hoca konulu eserler daha çok taşbaskısı tekniği ile basılmıştır. İlk resimli Nasreddin Hoca kitapları da 1869 yılından itibaren taş baskısı ile yayınlanmıştır. Günümüze gelen taşbaskısı Nasreddin Hoca kitaplarının sayısı 40’ın üzerindedir.
Yabancılar da Hocamızı çok benimsemişler doğrusu ve hakkında pek çok eser yayınlamış, çeviriler yapmışlardır. Bunlardan birkaçını zikredersek; “Pierre Mille´in Nasreddin et son epouse, Edmonde Savussey´in La Litterature Populaire Turque adlı eserindeki Nasreddin Hoca bölümü, Jean Paul Carnier´in Nasreddin Hoca et ses Histoires Turques” adlı yayınları ve çevirileri sayılabilir.
Ayrıca UNESCO, 1996 yılını “Dünya Nasreddin Hoca Kahkaha Yılı” olarak kabul etmiştir. Bu nedenle, Türkiye’de ve Türkiye dışında birçok etkinlikle Nasreddin Hoca anılmıştır. Her yıl Akşehir’de, 5-10 Temmuz tarihleri arasında, “Uluslararası Nasreddin Hoca Şenlikleri” yapılmaktadır.
Yine her sene “Uluslararası Nasreddin Hoca Karikatür Yarışması” yapılmaktadır. 2008 yılı Nasreddin Hoca’nın 800. doğum yıldönümü olarak kabul edilmiştir.
Bu kısa açıklamadan sonra gelelim Nasreddin Hoca gerçeğine: Halkımız Hoca’yı o kadar seviyor ve benimsiyor ki sıkıntıya düştüğü veya gülerek düşünmek istediği her yerde ve zamanda bir “Hace Nasuriddin latifesi” icat edip onu “bizim Nasreddin Hoca’nın fıkrası”na dönüştürüyor. Öyle ki Hoca yüz yılları bulan serüvenlerle karşımıza çıkıyor. 1208-1284 yılları arasında yaşadığı, yani 76 yıllık bir ömrü olduğu genel olarak kabul gördüğü halde Osmanlı padişahı ünlü Sultan Bayezid Han ile Ankara savaşına tutuşan Aksak Timur ile görüştüğü, onu ince ince tenkit ettiği dilden dile geçen latifelerle anlatılmaktadır. Bu konudaki peştamal fıkrası çok meşhurdur.
Hoca’nın hayatı, yaşama biçimi, düşünceleri ne kadar renkli ve sırlı ise ölümünden sonra kıyama kadar kalacağı geçici mekânı olan kabristanı da bir o kadar düşündürücü ve hikmetlidir. Eski mezarından bahsedilirken onun sadece tek duvarı örülü olan altıgen bir türbe olduğu anlatılır. Çatısı da yoktur. Lakin kapısında devasa bir kilit vardır.
Zamanın yaratılmasından bu yana kaç insan ömür sürdü bu arzda ve kaç canlı türü yaşadı, Allah bilir. Belki büyük çoğunluğu Nasreddin Hoca’nın türbesi gibi olan ve topraktan yaratılan beden evine ne çok kilit vurmak istediler. Ama çok azı bildi ki aslında bu beden evinde ne duvar vardı ölümü durduracak, ne de her türlü imtihana ve dolayısıyla derd ü mihnete karşı sırlı bir kilit… Sadece hakikat vardı. Bu hakikati yaşayan ol kişi kâmil insan gönlü ile hayata da, ölüme de aynı selamı verip sır kapıları Allah’ın selamı ile geçiverdi… Anlatılan o ki Hace Nasuriddin ile devam eden arz yolculuğu Nasreddin Hoca ile sona ererken bu yolculuğu yapan er kişi, yani “bizim Hoca” sonsuz hayata dair hakikati keşfetmişti…
Zaten halkımız da Hoca’yı sıradan bir güldürmeci görmeyip hikmet erbabı olarak kabul etmiştir. Yukarıda konu ettiğimiz “Haza Terceme-i Nasreddin Efendi Rahme” adlı eser de aynı tespiti yapmakta ve eserin sonunda şöyle denmektedir:
“İşte Nasuriddin Efendi’nin kibar-ı evliyadan olduğuna şek ve şüphe yoktur. Merhumun haberi var, yok. Böyle yazmışlar. Her kim okuyup tamamında bu merhumun ruhu için bir Fatiha bağışlarsa, Hak sübhane ve Teala ol kimesnenin ahir ve akıbetini hayr eyleye…”
Hoca’dan bahsedip onun letaifini anlatırken çok dikkatli olmak gönül borcudur. Çünkü nekregûdür Hace Nasuriddin, yani gülümseyerek hikmetleri düşündürmektedir hayatıyla, sözleriyle ve bıraktıklarıyla. Bu sebeple onu sıradan bir güldürmeci seviyesine indirmemek gerekiyor. Letaifinden bir misalle izah etmeye çalışalım:
Hoca Kadı… Cimri mi cimri bir aşçı şikâyete geliyor. Şikâyet ettiği de zavallı bir fakircik… Soruyor Nasreddin Hoca:
“Bre âdem, şikayetün nedür?”
Adam utanmadan anlatmaya başlar:
“Kadı efendi hazretleri. Bu çapulcudan davacıyım. Aşhanemde fasulye bişürür idim. Tencerenin bir kenarından yemeğin buharı çıkar idi. Bu âdem müsveddesi tencerenin başunda belürdü. Ekmeğin çıkarub kopardığu lokmaların fasulye buharına dutar dutar yir idi. Koca somunu bitürdü, karnın doyurdu. Lakin fasulyenin buğusunun akçesin virmedi. Ben buğumun parasın isterün!”
Hoca’nın adaletinden kimsenin şüphesi yok elbette. Fakire cimri aşçının şikâyetinin doğru olup olmadığını sorar. Garip boynunu büker ve “doğrudur” der.
Sakalını sıvazlayan Hoca fakire der ki:
“Tez akçe keseni vir!”
Zavallı adam içinde birkaç bozuk para olan keseyi Hoca’ya verir. Nasreddin Hoca aşçıyı yanına çağırır, keseyi kulağına iyice yaklaştırır ve keseyi sallamaya başlar. İçindeki bozuk paralar şıngırdayınca Hoca:
“İmdi alacağın aldın!” der.
Adam şaşkınlıkla itiraz eder:
“A Kadı Efendi, Kadı Efendi!... Hani ya benim buğu akçem?”
Nasreddin Hoca gülümser:
“Fazla uzatma bre âdemoğlu, der. Yemeğin buğusunu satan, karşılığında akçe sesin alacaktır elbette!”
Hayatta her şeyden illa bir karşılık beklememek gerektiğini de anlatan bu latifede çok ince dersler ve Hoca’nın karakterinden de pek çok ipuçları bulunmaktadır. Kurnazlık ve sıradan hesaplar peşinde koşmanın, en küçük bir şeyden bile menfaat ummanın erdemli insan karakteriyle ve ilkeleriyle asla uyuşmayacağını anlatan bu latifede Hoca insaf ve merhamet duygularını kaybeden insanların ne hale düştüklerini de pek güzel bir şekilde ifade etmektedir.
Hoca’nın ne kadar büyük bir müşahede gücünün olduğunu, âdeta bir sosyolog gözüyle toplumsal hadiseleri nasıl ince ince araştırıp pek doğru tespitler yaptığını yine letaifinden anlamaktayız, yine bir misal:
Hoca bir gün bostana gider. Gider ama aklı da başından gider! Bir buzağı bütün ekeneği çiğnemiş, bulduğunu koparıp yemiş, Hoca’nın bütün emeklerini zayi etmiştir!...
Hoca eline bir sopa alır, buzağının anası olan ineği kovalamaya başlar. Hayvan kaçar da kaçar, Hoca da peşindedir. Görenler hayret içinde sorarlar:
“Allah uzun ömür versün bre Hoca Efendi! Bu ne hal? Senin bostanı harap iden şu körpe buzağı. Sen ne deyu anası ineğin peşinden koşup, emek zayi idüp genduyi yorarsun?”
Hoca kan ter içinde cevap verir:
“Bre âdemler! Bilür bilmez konuşman! Velet ne bilür ise anasından, atasından bilür!”
Elhak doğrudur! Çocuğun ilk mektebi ailesidir, ne “bilür ise oradan bilür!” İlmi araştırmalara göre çocuk ana karakterini 0-3 yaş arasında alıyor. Sonra dışarı ile temasla, yani sokağı ile, okulu ile yaşadığı sosyal çevre ile şekilleniyor!
Muhakkaktır ki Nasreddin Hoca deha seviyesindeki zekâsı ile çok saf gibi görünüp sokaktaki insana çok hoş dersler vermiştir. Bu hikmetli dersler halkın diline atasözleri ve deyimler halinde yerleşmiştir. İşte misaller:
Bilenler, bilmeyenlere öğretsin.
Buyurun cenaze namazına.
Damdan düşen bilir, damdan düşenin halini.
Dostlar alış-verişte görsün.
El elin eşeğini türkü çağırarak arar.
Parayı veren düdüğü çalar.
Ye kürküm ye!
Yorgan gitti, kavga bitti.
Deyimlere de şöyle bir bakalım:
Bindiği dalı kesmek.
İpe un sermek.
Sermayeyi kediye yüklemek.
Tavşanın suyunun suyu.
Ya tutarsa…
Hülasa edelim: Hace Nasuriddin bilge bir insandır ama hep halk içindedir, halk ile birliktedir, halkın dertleri ile hemhâldir ve hep çare arar ama bunu pek nekregû bir tavırla, edeple yapar. Gerektiğinde pek de yüz vermediği saray ve erbabına da akilane dersler verir. Kimi zaman hatunu ile kimi zaman karakaçanı ile halka erdem imbiğinden süzdüğü misalleri sıralar.
“Mert, güleryüzlü, gerçekçi, sabırlı, hafife alıcı yanlarıyla Hocamız, yüksek mizahını temsil etmekte olduğu Türk halkının kendisidir. O halkın ideal adamı yani “Alp-eren” dediğimiz olgun insandır.” (Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Dergisi, N. Hoca Özel Sayısı.)
Ayrıca Hoca çok içtendir ama aile mahremiyetine karışanlara da pek ince bir nükte ile ders verir, “baklava tepsisi” ile ilgili fıkrada olduğu gibi…
Ve… Hoca dinî vecibelerini yerine getiren, ahlak kurallarından taviz vermeyen, yaşadığı her yerde gördüğü yanlışlıkları tatlı dili ve güler yüzü ile anlatan erdemli bir zattır, halkın hep başvurduğu hoş bir kadıdır rivayete göre.
Halkımız, hatta Rumeli’den Orta Asya’ya kadar uzanan bu coğrafyadaki ahali Nasuriddin Hace’yi öylesine sevmiştir ki hakkında pek çok rivayet ve menkıbeler söylemiştir. Bunun bir kısmı tamamen hayali olmakla birlikte büyük bir kısmı da Hoca’nın mizacına çok uygun düşmektedir.
Biz yine Hoca’nın letaifinden en ünlülerinden biri ile satırlarımızı bitirelim ve ondan açık yüreklilik ile ilgili bir ders daha alalım:
Efendim, Nasreddin Hoca misafire yemek yedirmeyi çok seviyor, her akşam birkaç dostunu eve davet ediyor… Yine bir gece birkaç dostu ile eve geliyor...
Hatunu onu büyük bir şaşkınlıkla karşılıyor:
“Behey Nasuriddin Efendi! Neylersüz! Hane mutbağunda tek bir lokma dahi yoktur!”
Hoca hemen mutfağa gidip kocaman bir tencere alıp misafirlerinin yanına gidiyor ve diyor ki:
“- Ah efendiler, kusurumu bağışlayasuz! Evde pirinç, yağ ve dahi odun olsaydı, işte şu gördüğünüz koca tencere ile sizlere çorba ikram ideceğidik!”