Makale

Bir kez gönül yıktın ise...

Bir kez gönül yıktın ise…
Abdulcelil Alpkıray

Sıcak ağustos güneşi batmak üzere idi. Kuş cıvıltısı arasında caminin bahçesinde ağaçları suluyor, akşam vaktini bekliyordum. Yorgun bir günün ardından çiftçiler tarladan dönüyorlardı. Hayvanları otlatmaya götüren evin küçükleri ise önlerine kattıkları sürüyle evlerine doğru gidiyorlardı. Uzaktan heyecanlı bir halde önündeki koyun sürüsünü süratle yürüten Ferhat’ı gördüm. “Hayırdır Ferhat! Acelen ne?” diye seslendim. “Hocam, hocam, akşam ezanını okuma ben gelene kadar.” diye nefes nefese bağırdı. Ferhat ilkokul 5. sınıf öğrencisi idi. Sürekli camiye geliyordu. Namaz surelerini öğrendiği gibi camide bana müezzinlik bile yapıyordu. Hasretle beklediği gün bugündü. Ezan okumak en büyük hayali idi. Ezanı öğrenmişti, ama heyecandan dolayı henüz minarede okumaya başlamamıştı. En son hatasız okuduğunu görünce bugün akşam için söz vermiştim, eğer tarladan erken dönerse...
Sürüyü bırakır bırakmaz fırlayıp gelen Ferhat, hızlıca abdestini alıp geldi yanıma. “Okuyorum değil mi hocam” diye emin olmak için sordu. Tabii ki, dedim. Minareye yönelip kapısını açtıktan sonra mikrofunu Ferhat’a uzattım. İlk defa okumanın da verdiği heyecana rağmen hatasız bir şekilde ezanı okudu. Caminin kapısında ezanın bitmesini bekliyordum. Ezan bitmişti, yanına gidip alnından öptüm, “Aferin Ferhat, çok güzel okudun” dedim. Sevinmişti, gözlerinin içi gülüyordu. Ses cihazını kapatıp minare kapısını kapatıyordum ki, Yunus amcanın kızgın sesini duydum. Daha dönüp ne oluyor diyecektim ki, haşin bir şekilde Ferhat’ın üzerine yürüyen Yunus amca, suratına tokatı yapıştırmıştı bile. Bir yandan da söyleniyordu; “Küçük sabiye ezan mı okutulur, burası oyun, eğlence yeri mi?”
Yıkıldım, kalakaldım minare kapısında. Aslında o tokat bana vurulmuştu, “çocuklara” ezan okutmam Yunus amcayı rahatsız etmişti demek ki. Ağlayarak koşar adım giden Ferhat’ın ardından bakakaldım. Ferhat gözleri çakmak çakmak, bir yandan ağlıyor bir yandan da “Bir daha camiye gelmeyeceğiiiim” diyordu. Bir ona, bir Yunus amcaya baktım. Cevap vermedim Yunus amcaya, ısrarla söylendi ama tek kelime etmedim. Çünkü biliyordum ki cevap verdiğim anda bana aynı kızgınlıkla cevap verecekti.
Başım önde camiye girdim. Siz buna sükutun çığlığı deyin, ben içimin yangını diyeyim. Bir yıldır emek verdiğim, müezzinliği öğrettiğim Ferhat yoktu. Seyranî’nin dörtlüğü düştü aklıma, biraz ferahladım:
“Kalbini geniş tut sıkma Seyranî,
Rızay-ı Barî’den çıkma Seyranî,
Gönül Beytullah’tır yıkma Seyranî,
Elinden gelirse inayet eyle”
Müezzinliği Yunus amca yaptı. Tesbihattan sonra eller semaya açıldı. El-Fatiha demeden önce cemaate “Değerli cemaat, müsaade ederseniz Yunus Emre’den bir beyit aktarmak istiyorum;
Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil”
Namaz bitmişti, ama Yunus amca da bitmişti. Kızmasını bekliyordum ama Yunus amca kızmadı. Asıl gönlü kırık olan kendisi idi bu sefer. Hatasını anlamış olmanın verdiği mahcubiyetle; “Peki hocam ne yapmam lazım şimdi? Bir kere yaptım böyle bir hata, nasıl oldu da o çocuğun gönlünü kırdım” dedi. “Yunus amca, yapman gereken bir şekilde gönlünü kazanıp Ferhat’ı tekrar camiye getirmen” diye cevap verdim.
Birkaç gün boyunca Ferhat camiye gelmedi. Yine bir akşam namazı vakti, Yunus amca Ferhat’ın elinden tutarak sevinçli bir halde camiye geldiler; “Hocam, Ferhat’tan özür diledim, yanlış yaptığımı söyleyip gönlünü aldım.”
Sen ne büyüksün Allah’ım, yetmiş yaşındaki Yunus amca, on bir yaşındaki Ferhat’tan özür diliyordu.
* 2001 yılında Kayseri’nin Tomarza ilçesi Güzelsu köyünde yaşadığım bir anıdır.