Makale

İslâm Tarihinde BİRLİKTE YAŞAMA TECRÜBESİ

Prof. Dr. Mehmet Şeker
Dokuz Eylül Üniversitesi ilahiyat Fakültesi

İslâm Tarihinde
BİRLİKTE YAŞAMA
TECRÜBESİ

Farklı din ve inanca mensup olup da düşünce sistemi, örf ve âdetleri ayrı olan insanların birlikte yaşamaları, tarihte birçok toplumda görülmektedir. Ancak İslâm tarihinde birlikte yaşama anlayışı, daha İslâm’ın doğuşunda içinde bulunulan toplumda görülmeye başlamıştır.
Bilindiği gibi Hz. Muhammed’e ilk vahiy Mekke’de gelmiştir. Mekke toplumu, çoğunlukla putperest olduğu için, Müslümanlarca "müşrik" diye adlandırılmışlardır, ilk Müslümanlar, on yıldan fazla bu müşriklerle birlikte yaşamışlar, aynı şehirde, aynı havayı teneffüs ettikleri gibi, birbirleri ile alış veriş yapmışlardır. Tevhid dini olan İslâmiyet, şirki ortadan kaldırmak üzere gönderildiği için, ilkesi gereği Müslüman olmayı birinci tercih olarak seçmiştir. Bu sebeple, içinde bulunduğu toplumda kendi inancına saygı duyulmasını da ön plânda tutmuştur. Müşrikliğin dışında, diğer inanç sahiplerine karşı içten ve samimi bir tutum takınmıştır.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de; soy bakımından farklı da olsa, ayrı inançlara da mensup olsalar, onlarla birlikte yaşayabilecekleri gibi, aynı zamanda onlar ortak bir paydada buluşmaya da davet edilmişlerdir:
"De ki: Ey kitap ehli! Geliniz, bizim ile sizin aranızda ortak olan şu kelimede anlaşalım: Yalnız Allah’a tapalım, O’na hiçbir şeyi ortak (şerik) koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah yanında rab edinmeyelim (birbirimizi Allah’tan başka tanrılar olarak edinmeyelim)." (Âl-i İmran, 64)
Görüldüğü gibi bu davette, "Allah’tan başkasına tapılmama" ilkesi kabul edildikten sonra, birlikte yaşamaya engel bir durum bulunmamaktadır. Zaten Kur’an, başka bir ayetinde, insanların yaratılış itibariyle aynı anne ve babadan türedikleri için kardeş olduklarını da ilke edinmiştir: "Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız (anlaşmanız) için, sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız (en değerliniz) O’ndan en çok korkanınız- dir." (Hucurât, 13)
Bu ayette açıkça ifade olunduğu gibi, dünyada tek bir millet yoktur; birçok millet vardır. Bunlar da kabilelerden, boy ve oymaklardan oluşmaktadır. Kur’an’ın bu ayetine göre insanlar, hangi topluluğa mensup olurlarsa olsunlar, birbirleri ile tanışıp anlaşmalıdır. Onların tanışıp anlaşmaları, tabii olarak birlikte yaşamaları sonucunu doğurur.
Mekke ve Medine toplumu
Mekke toplumunda Müslümanlar, kendileri dışındaki insanlarla birlikte yaşamaya gayret etmişlerdir. Müşriklerden, kendi inanç ve düşüncelerine ancak saygı duyulmasını ve hoşgörülü davranılmasını beklemişlerdir. Hatta başlangıçta, onların putlara taptıkları aynı ortamda bulunmaya da tahammül etmişlerdir.
Buna rağmen müşrikler, Müslümanlara tahammül edememişlerdir. Akla hayale gelmeyen boykot, işkence ve baskılar uygulayarak, Müslümanları Mekke’den uzaklaşmaya zorlamışlardır. Sonuçta Müslümanlar Mekke’den göç etmek zorunda kalmışlardır. Önce Habeşistan’a, daha sonra Medine’ye hicret eden Müslümanlar, gerek Habeşistan’da gerekse Medine’de bu yeni geldikleri farklı ortamda bulunanlarla birlikte olmaktan ve birlikte yaşamaktan rahatsız olmadıkları gibi, aynı zamanda mutlu da olmuşlardır.
Bilindiği gibi Medine’de Müslümanlar, kendilerinden başka; farklı soy ve inançlara mensup iki ayrı toplumla karşılaşmışlardır. Bu toplumlardan biri Yahudilerdir. Diğeri ise Müslüman olmayan Arap toplumudur. Hatta bu Arap toplumu, çoğunlukla Evs ve Hazreç adları ile anılan iki ayrı kabileden oluşmuştur. Bunlar, birbirlerine düşman kardeşlerdir. Yıllardır aralarında düşmanlık ve sürtüşmeler sürüp gelmektedir.
İşte Hz. Peygamber ve Müslümanlar Medine’ye, burada yaşayan bütün toplum kesimlerinin kendi inanç ve kültürleriyle bir arada ve birlikte yaşamayı kabullenerek yerleşmişlerdir. Bu durum Müslümanların, Müslüman olmayanların farklı kimliklerini kabullenerek bir araya geldiklerini göstermektedir. İlginç olan; birbirlerinin kimliklerini kabul eden bu topluluklar içinde Müslüman olmayan Araplarla, tıpkı Mekke’de olduğu gibi putperest oldukları hâlde, Medine’de bir çatışma ortamının görülmemesidir. Hatta bu müşrik Araplar ve Yahudilerle, Müslümanlar arasında daha hicretin ilk yılında, Medine’yi dış saldırılara karşı birlikte savunma anlaşması yapılmıştır. Bu anlaşmaya göre taraflar; Medine’de bir "millet" oluşturmuşlardır.
"Medine Anlaşmasının gereği olarak; ister Yahudi, ister müşrik olsun Müslüman olmayanlar, Müslümanlarla birlikte Hz. Muhammed’in devlet başkanlığını kabul etmektedirler. Medine şehir devletinde hem İdarî ve siyasî, hem de toplumla ilgili birçok faaliyete, Müslümanlarla gayr-i müslimler birlikte iştirak etmişlerdir.
Bu birlikte yaşama ve olgu ve tecrübesi, Müslümanların daha sonra kurdukları diğer şehirlerde de gelişerek ve genişleyerek devam etmiştir. Küfe, Basra ve Fustat gibi ilk İslâm şehirlerinde sadece Müslümanlar yer almamış, farklı dinlere mensup olan topluluklar da yerleştirilmişlerdir.
Yerine göre kendilerine mahsus mahallelerde oturmuşlar veya Müslümanlarla aynı mahalleyi paylaşarak komşu olmuşlardır. Bunlar arasında özellikle Yahudilenn daha belirgin olarak kendilerine mahsus çarşılar kurup Müslümanlarla alış-veriş yaptıkları da bilinmektedir. Bu arada Basra ile Fustat’ta çeşitli etnik ve kültürel kökenlerden gelen halk, birbiriyle-kaynaşmış ve kendileri için ortak bir gelecek hazırlamışlardır.
İslâm fetihleri ile genişleyen İslâm dünyasında, ayrı ırk ve dinden olanlar daha da artarak, Müslümanlarla birlikte yaşamaya başlamışlardır. Bu fetihlerle ele geçirilen şehirlerin yerli halkları ile söz konusu topraklara yeni gelen Müslümanlar, karşılıklı uyum içinde asırlarca birlikte yaşamaya devam etmişlerdir.
Anadolu ve Müslüman Türkler
Bir arada yaşama sürecinin dikkat çekici örnekleriyle dolu Anadolu’da bir arada yaşama tecrübesi; farklı din ve mezheplere mensup olan toplulukların kaynaşarak, hayatı paylaşabileceklerini açık olarak ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi XI. yüzyılda Selçukluların açtıkları kapıdan Anadolu’ya giren Müslüman-Türk unsurlar, ardı arkası kesilmeden üç asırdan fazla devam eden göç dalgaları ile bölgeye yerleşmişlerdir.
Büyük Selçuklu sultanlarının yönetiminden memnun olan Anadolu Hıristiyanlarının hissiyatını Urfalı Mateos şu ifadelerle anlatmaktadır: "Sultanın (Selçuklu sultanı Melikşah) yüreği, Hıristiyanlara karşı şefkatle dolu idi. O, geçtiği memleketin halkına bir baba gözü ile bakıyordu. O, böylelikle hiçbir muharebe yapmadan birçok eyalet ve şehre hâkim oldu."(Urfalı Mateos’un Vekâyinâmesi ve Papaz Gregor’un Zeyli (1136-1162), Türkçeye çeviren: Hrant Andreasyan, Ankara 1987, s. 171)
İskenderiye Patrikleri Tarihi, Türkiye Selçuklu Sultanı I.
Mesud (1116-1156) hakkında: "Teb’asının çoğu Rum’dur. Rumlar, iyi idare ve adaleti dolayısıyla, onun idaresinde yaşamayı tercih ettiler." (Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti ve Mefkuresi Tarihi, il, İstanbul, 1969, s. 146) derken, Müslüman Selçukluların yönetiminden duyulan memnuniyeti dile getirmektedir. Hatta bazı Türk sultanları, Ermeniler ile Süryaniler tarafından koruyucu ve kurtarıcı olarak tanınmışlardır. (Urfah Mateos’un Zeyli, s. 314)
Selçuklu sultanları gibi Osmanlı beyleri de halka gösterdikleri iyi muamele ve adâlet sayesinde kendilerini sevdirmişlerdir. Daha ilk yıllardan itibaren idâreleri altındakilere iyi davranmak suretiyle dikkatleri üzerlerine çekmiş olan Osmanlılar’ın, belki de yükselişlerindeki temel unsurlardan biri budur. Nitekim, çevredeki Rumların elinde bulunan hisarların kısa zamanda birer birer Osmanlı yönetimini arzular hâle gelmelerinde de, bu hususun önemli rol oynadığı söylenebilir. Osman Gazinin yakın dostu Köse Mihal gibi, Rumların dostluğunu kazanan Samsa Çavuş, belki de karşılıklı duyulan güvenin ilk örneklerini teşkil etmektedirler. Sorkun üzerine giden Osman Gâzinin ordusunda Samsa Çavuşu görünce, hiç itiraz etmeden itaat etmeyi ve Osman Gâzi’ye bağlılığı kabul eden halk, Samsa Çavuş "her ne der ise anı kabul" etmek üzere aralarında anlaşmışlardır.
(Âşıkpaşaoğlu, Tevarih’i Âl-i Osman, (Atsız neşri) İstanbul 1949, s. 99)
Bursa’nın fethinde orduya komuta eden Orhan Gâzi, hisarın tesliminde de rolü olan Rum vezire; "Bu hisarı kim verdünüz; neden bunaldunuz verdünüz?" diye sorunca vezir, birkaç sebepten verdiklerini söyleyerek bunları şöylece sıralamıştır:
"Biri budur kim sizin devletinüz günden güne büyüdü. Ve bizim devletimiz küçüldü. Bunu gördük. Ve biri dahi bu kim baban üzerimize havâle yapdı, gitti. Onun devleti köylerimizi zabtetti. Size muti’ oldular. Ve bizi hiç anmazlar. Biz dahi bildik kim onlar rahat oldular. Onun için bizi anmazlar dedik. Biz dahi ol
rahatlığa heves ettik..." (Âşıkpaşaoğlu, s.111; Mehmet Neşrî, Neşrî Tarihi, (Hazırlayan: Mehmet Altay Köymen), Ankara 1983, s. 68)
Âşıkpaşazâde’nin Tarihinde daha başka sebepler sıralanmakta ise de, biz bunlardan yukarıda kaydedilen iki husus üzerine dikkat çekmek istiyoruz:
1. Fetihten veya kalenin tesliminden sonra, kimsenin çöpüne bile dokundurulmamış olması, mal güvenliğinin garanti altına alınması,
2. Bursa civarındaki Osmanlı yönetimi altına giren köylerin rahat ve huzur içinde yaşamaları sebebiyle, önceki yöneticilerinden uzaklaşmaları,
Aynı ifadeleri İznik hisarının kapısı durumundaki Kara Tegin gâzilerine tımar olarak verilen köylülerin durumunu belirten Âşıkpa- şazâde’nin tekrarladığını görüyoruz. Bu gâzi- lerin köylüleri incitmediklerini kaydettikten sonra, yazar ilgi çekici şu satırlara da yer vermektedir: "Bu gayr-i müslim köylüler vakit olur idi kim Müslümanlar ile bile savaşa varur- lar idi. İznik halkına şöyle söylerlerdi: "Ey çaresizler gelin, rahat olun ki, biz rahat olduk. "Nitekim, İznik halkı kendi istekleriyle teslim olduktan sonra, pek azı iznik’i terk etti, çoğu İznik’te kaldı. Hatta şehre girişinde Orhan Gâziyi, sanki kendi ölen hükümdarlarının yerine tahta oturan oğlu gibi karşıladılar." (Âşıkpaşaoğ- lu, a.g.e., s.118-119; Neşrî Tarihi, s. 79)
Selçuklu ve Osmanlı toplumunda birlikte yaşama tecrübesi
Bilindiği gibi bir devlet kurulunca derhal "nizam ve kanun" hâkim olduğu için, Anadolu’da Türkiye Selçuklularından önce görülmekte olan yağma, çapul ve başıbozukluğun yerini, hürriyet, adâlet ve güvenlik almaya başlamıştı. Nitekim Anadolu’da yaşayan Hıristiyan toplumların, Selçuklularının gelişlerinden önce çok sıkıntı çektikleri, bundan dolayı da çok şikâyette bulundukları bilinmektedir. Buna karşı Anadolu Hıristiyanlarının Türkiye Selçukluları devrinde, Bizans dönemine göre daha, mutlu bir yaşayışa, daha geniş bir din özgürlüğüne sahip oldukları, Batılılar tarafından da belirtilmiş bulunmaktadır. Selçukluların yalnız devlet kurdukları devirde değil, Moğolların istilâsı zamanlarında bile, Süryâni ve Ermenilerin, daha sonra da Rumların, Bizans yönetimine karşı Türklere yardım ettikleri, özellikle Bizans imparatorluğunu savunmayıp, savaş meydanlarını toplu olarak terk ettikleri, Hıristiyan kaynaklarınca da doğrulanmaktadır.
Türkiye Selçuklularının idaresinde yaşayan halkın çoğu zaman sevinçleri ve kederlerini birlikte paylaştıklarına şahit olunmaktadır. Kazanılan zaferleri birlikte kutlayan müslüman ve gayr-i müslim halkın, ya da bir sultanın ölümü ya da bir müslüman alim veya şeyhlerinin ölümü vesilesi ile kederlerini de paylaştıkları görülmektedir. Ancak burada gayr-i Müslimlerin ileri gelenlerinin ölümlerinde müslüman komşularının onların kederlerini paylaşıp paylaşmadıkları, hakkında bilgi sahibi değiliz. Ama şurası muhakkaktır ki, kendi yakınının ölümüne gelerek, onun acısını paylaşan Hıristiyanların kederli günlerinde de, Müslüman komşuların gayr-ı müslim komşularına ilgisiz kalamayacaklarında kuşku yoktur.
Bu arada dikkat çekici bir husus da, Müslüman ve gayr-i müslimlerin ortak ziyaret alanları teşekkül ettirmiş olmalarıdır. Selçuklu Türkiye’sine gelmiş olan birçok Türkmen şeyhi, velî kabul edilmişti. Bunlar için yapılan türbe ve zâviyeler, birer ziyaretgâh hâline gelmişti. Bu arada öteden beri ziyaret edilegelmekte olan birçok Hıristiyan azizlerine ait kilise ve manastır da yine ortak ziyaretgâhlardandı. Bu ziyaret yerlerine gidip gelenler birbirleriyle kaynaşıp görüşmekte, en azından ziyaretleri sırasında aralarında ortak bir değerin, saygı duyulan, kutsal kabul edilen bir mekânın var olması sebebiyle bir araya gelmelerine yol açan bir kültürün teşekkülünde birleşmiş bulunmaktadırlar.
Osmanlı devleti, bir uç beyliği hüviyetiyle doğup büyüyerek cihan devleti hâline gelmiş ve Türkiye Selçuklularının mirâsına sâhip olduğu gibi, bu mirâsı daha da zenginleştirerek altı yüz yıldan fazla ömür sürmüş bir devlettir. Bu devletin bünyesindeki ana unsuru Müslüman-Türkler oluşturdukları halde, çeşitli mezheplere mensup Hıristiyanlarla Yahudiler de, bu devletin himayesinde yaşamaya devam etmişlerdir.
Daha başlangıçtan itibaren iyi komşuluk ilişkileri ile birbirlerini tanıyan Müslüman ve Hıristiyanlar, zaman içinde birbirleri ile bir arada yaşamanın mümkün olabileceğini de görmüş ve göstermişlerdir. Bunda ilk Osmanlı beylerinin idare etme yeteneklerinin rolü olduğu söylenebilirse de, aynı zamanda İslâm hukukunun gayr-i müslimlere tanıdığı hak ve özgürlüklerinin hayata geçirilişinin de rol oynadığı düşünülebilir. Aynı politikayı daha sonraki Osmanlı sultanlarının da sürdürerek, kiliseleri ve havraları tıpkı câmiler gibi himayelerine almış olmaları, bu mabetlere devam edenlerin dinî yaşayışlarındaki özgürlüğü hepsine tanımış olmaları, Osmanlı devletinde ayrı dinden olanların beraberce yaşamalarının sağlamış olduğu görülmektedir. Osman Bey ve sonraki sultanların "teb’a"larına tanıdıkları özgürlük yanında, hukuki alanda da adaletli davranarak, ister Müslüman olsun, ister gayr-i müslim, onların hak ve özgürlüklerini korumada titizlik göstermiş olmaları, bu, dinleri ayrı toplumların asırlarca bir arada yaşamalarına da sebep olmuştur.
Osmanlı devletinin kuruluşundan beri süregelen karşılıklı iyi ilişkiler, bu ayrı dine mensup olan "taife"ler arasında, âile hayatlarından ticarî hayatlarına kadar birçok alanda da görülmekle kalmamış, gündelik hayatlarında da Müslüman olanlarla olmayanlar, birbirlerine saygılı olmaya özen göstermişlerdir.
Bu durum, XIX. yüzyılın ilk yarısında (1831) yapılan nüfus sayımının sonucunda görüldüğü üzere, Anadolu ve Rumeli’de yaşayan sekiz milyon Müslümana karşılık, yaklaşık dört milyon Hıristiyanın mevcudiyetini de ortaya koymaktadır.
Nitekim Osmanlı yönetiminde XIV. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar, Balkanlar’da Hıristiyan nüfusun azalmadan varlığını korumuş olması, onların yalnız Osmanlı yönetiminden memnuniyetini göstermez, aynı zamanda bu bölgeye gelip yerleşmiş olan Müslüman-Türkler’le bir arada yaşamaktan hoşnut olduklarını da ortaya koyar. Bu hoşnutluk iki tarafın kültürel etkileşimini zenginleştirdiği gibi, edebiyattan mûsikiye, mimariden tezyinata kadar gerek dil, gerekse sanat alanında yaygınlaştırmış olduğunu da bize gösterir. (Bu değerlendirme bölümü için bkz. Mehmet Şeker, Anadolu’da Birarada Yaşama Tecrübesi, Ankara 2000, s. 174-181)
Sonuç
İslâmiyet’in içinde doğduğu veya içine girdikleri toplumlarla Müslümanların oluşturdukları diğer toplumların, çeşitli ırk ve kültürler ya da farklı inanç sahiplerinden bir araya gelmiş olsalar da, bunların birlikte yaşamaktan rahatsız olmadıkları görülmektedir. Pek az istisnası ile Müslümanlar, ister Yahudi ister Hıristiyan olsun kendi dışındaki inançlara saygı duydukları gibi, aynı zamanda onların mabetleri ile kendi cami ve dergâhlarının yan yana bulunmasını da yadırgamamışlardır.
İslâm tarihinin başlangıcından beri Müslümanların bu tutumları, diğerdin mensuplarınca da itiraf edilmiştir. Birçok gayr-i müslim yazarın eserlerinde; Müslümanların yaşama biçimleri hakkında bilgi verilirken, onların Müslüman olmayanlarla birlikte yaşamak istemediklerine dair hiçbir ifade ve kanaate yer verilmediği görülmektedir.
İslâm tarihi boyunca Müslümanların, çeşitli din ve kültürlere mensup olanlarla ortak bir kültür ve yaşama tarzı oluşturdukları anlaşılmaktadır. Aynı mekânı, aynı toprağı ve havayı paylaştıkları gibi, aynı zamanda müşterek ziyaret yerleri ile ortak değerleri buluşturarak kaynaştırdıkları da görülmektedir. Söz konusu yaşama biçimini benimseyen Müslümanlar, gayr-i müslimlerle ve farklı mezheplerle de birlikte yaşamanın örneğini göstermişlerdir.