Makale

Yetim ve Kimsesiz Çocuklar

Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Yetim ve Kimsesiz
Çocuklar

Hz. Peygamber (s.a.s.) de, çocukluğunda kendisine yardımı dokunan herkese, daha sonra fırsat buldukça iyilik yapmaya çalışmıştır. Bu yüzden İslâm toplumu; yetime gösterdiği sevgi ve saygıyı; kendi peygamberlerine olan sevgi ve saygının da bir hatırası olarak görmüştür. Bu sıcak ve samimi ilginin uzantısı olarak milletimiz; tarih boyunca yetim, öksüz, düşkün ve kimsesizlere karşı iyiliklerde bulunmuştur.

Toplumda daima sevgi, şefkat, merhamet ve özel korumaya muhtaç kesimler vardır. Bunlar yetim ve öksüz çocuklar ile yaşlı, düşkün, dul, engelli, hasta veya çeşitli nedenlerle yakın ilgi gösterilmesi gereken kimselerdir. Aslında, doğal olarak herkes; çevresinden daha sıcak ve samimi bir yakınlık bekler. Ancak şu kadar var ki sıkıntıları ve problemleri olanlar, kendilerini ilgi ve koruma konusunda daha öncelikli görürler. Buna belli ölçüde haklan da vardır. Çünkü sosyal yardımlaşmayı ve dayanışmayı ön planda tutan İslâm dininin prensipleri de; bu insanlara karşı daha sıcak ve samimi bir şekilde davranmayı tavsiye etmektedir. Bu nedenle biz de bu yazımızda, fert ve toplum olarak yetim ve kimsesiz çocuklara karşı olan sorumluluklarımız üzerinde durmaya çalışacağız. Gerçekten her toplumda yardıma muhtaç nice yetim ve kimsesiz çocuklar bulunmaktadır. Özellikle savaş, deprem, zorunlu göç ve toplu felâket gibi olaylar sonucu bunların sayısı daha da artmaktadır. İşte bu yüzdendir ki Kur’an; yetime kucak açmayı, ona iyilik etmeyi, malını korumayı, yedirip doyurmayı ve diğer maddî ihtiyaçlarını karşılamayı; Allah yolunda aşılması gereken bir geçit ve ulaşılması istenen bir hedef olarak göstermektedir. (Be- led, 15)
Yetim: Arapça kökenli bir kelime olup, sözlük anlamı ile küçük canlının annesinden yoksun ve yalnız kalması anlamına gelmektedir. Dilde yerleşik ve yaygın anlamı ile yetim; ergenlik çağına girmeden babası veya annesinin vefat etmesi üzerine yalnız kalan çocuk demektir. Halk arasında bu sözcüğün daha çok babası ölen çocuklar için kullanıldığını görüyoruz. Zira babasını kaybeden çocuk, koruma ve yardımdan; annesini kaybeden çocuk ise sevgi ve şefkatten mahrum kalmaktadır. Bu duruma göre; kaç yaşında olursa olsun babası vefat eden kimseye yetim denebilir. Ancak geleneğimizde, bu isim daha çok babası vefat eden kız ve erkek çocuklar için kullanılmaktadır. Kocası ölmüş olan kadına da mağduriyetinden dolayı "yetime" denilmektedir. Çünkü bunların ortak paydaları; hepsinin korunmaya, acınmaya ve yardıma muhtaç olmalarıdır. Yetimlik dönemi ergenlik yaşına kadar devam eder. Bu yaş sınırı ise; genel olarak 1 718 olarak kabul edilmektedir. Ancak bu yaşa vardığı halde iradesini kullanmaya yönelik bir mazereti varsa, onun işlerini yürütmek üzere tayin edilen veli veya yetkilinin sorumluluğu devam eder.
Yetim ve öksüze iyilik etmek
İslâm dininin ilk iki temel kaynağını oluşturan kitap ve sünnet, yetime, öksüze ve kimsesizlere iyilik yapmamızı emretmektedir. Bu konuya yüce kitabımızın 22 ayrı yerinde işaret edildiğini görüyoruz: Özellikle anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyi davranılması ve herkese güzel sözlerle hitap edilmesi önemli bir görev olarak hatırlatılmaktadır. (Bakara, 83) Diğer bir ayette ise, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e; yetimlerle olan ilişkileri hakkında soru soranlara şöyle cevap verilmesi istenmiştir: "...De ki: onların durumlarını düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlara karışır (birlikte yaşar)sanız (sakıncası yok. Onlar da) sizin kardeşlerinizde.." (Bakara, 220) Gerçekten zayıfı himaye etmek, daima Müslüman’ların şiarı olmuştur. Bu itibarla, yetime bakmak, iyilikte bulunmak, himaye etmek ve kimsesiz çocukları koru- yup-kollamak, hayrı ve sevabı bol olan bir davranıştır.
Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s.) de bu konunun önemine dikkat çekmek bakımından etrafında bulunan arkadaşlarına işaret parmağı ile orta parmağını göstererek; yetime iyilik eden ki şi ile kendisinin cennette bu iki parmak gibi yan yana olacağını müjdelemiştir. (Müslim, Zühd, 42) Başka bir hadiste ise; konunun önemi şöyle ifade edilmiştir:
"Müslümanların evlerinin en hayırlısı, içinde yetime iyilik edilen evdir. Müslümanların evlerinin en şerlisi, içinde yetime kötülük edilen evdir." (Ibni Mace; Edeb, 6) "Kim bir yetimin başını Allah rızası için okşarsa, elinin değdiği her tüy için kendisine sevap verilir." (et-Terğib; 3/349)
Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.s.) de yetim ve öksüz kalmıştı. Henüz dünyaya gelmeden birkaç hafta önce babası vefat etmişti. Altı yaşında iken annesini, iki yıl sonra da çocukluğundan itibaren iyiliğini ve himayesini gördüğü dedesi Abdülmuttalib’i kaybetmişti. Artık o sekiz yaşında bir çocuk iken bu kez amcası Ebu Ta- lib’in himayesine girmişti. Burada da büyük bir yardım ve destek gördü. Ebu Talib’in eşi Fatma, ona bir annelik şefkatiyle hizmet etti. O, vefat ettiği zaman birisi, ona; "Ey Allah’ın Resulü! Niçin ihtiyar bir kadının vefatına bu kadar üzülüyorsun?" şeklindeki sorusu üzerine şöyle cevap vermişti: "Nasıl üzülmeyeyim? Ben onun yanında yetim bir çocuk idim. Kendi çocukları aç dururken beni doyururdu. Kendi çocuklarını bırakır, benim saçlarımı tarardı. Âdeta o benim annem gibi idi." (İslâm Peygamberi; cilt, 1, s. 45) Nitekim Yüce Allah da, onu yetim ve öksüz çağda iken koruduğunu hatırlatarak şöyle buyurmuşlardır: "O, seni yetim bulup da barındırmadı mı? Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi? Öyleyse yetimi sakın ezme. El açıp isteyeni de sakın azarlama. Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an. " (Duha, 611) Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, Allah’ın bize verdiği nimetleri unutmamak gerekir. En sıkıntılı anlarda bile sabretmesini bilmelidir. Başarıya ulaşmak için çalışıp gayret gösterilmelidir. Zira unutmamak gerekir ki her zorlukla beraber mutlaka bir kolaylık vardır. Çünkü bu husustaki teminatı da yine Yüce Allah vermektedir: "Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır. Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel." (İnşirah, 5-8) Bu ayetlerin ilk muhatabı Hz. Peygamber (s.a.s.) olsa bile, verilmek istenen mesaj evrenseldir. Çünkü yetim büyüyen, yetimin hâlinden daha iyi anlar. O haâl- de, onun da yetimleri korumak üzere görevlendirilmiş olması son derece tabiidir. Bu şefkat, merhamet ve yardımlaşmanın kapsamında olan bir dilenciyi azarlamak ve kırmak da doğru değildir, imkân varsa kendisine bir şey verilir; yoksa tatlı ve güler yüzle çevrilir. Azarlanması, incitilmesi ve kalbinin kırılması uygun değildir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) de, çocukluğunda kendisine yardımı dokunan herkese, daha sonra fırsat buldukça iyilik yapmaya çalışmıştır. Bu yüzden Islâm toplumu; yetime gösterdiği sevgi ve saygıyı; kendi peygamberlerine olan sevgi ve saygının da bir hatırası olarak görmüştür. Bu sıcak ve samimi ilginin uzantısı olarak milletimiz; tarih boyunca yetim, öksüz, düşkün ve kimsesizlere karşı iyiliklerde bulunmuştur. Öksüz-yetim çocukları okutmak ve onlara yardımcı olmak üzere birçok eğitim ve hayır kurumlan açılmıştır. Bu maksatla "Darü’l- Eytam" (Yetim yurtları) ve "Da- rü’ş-Şafaka" gibi (Öksüz ve yetim çocukların eğitimi için 1873 yılında İstanbul’da açılan bir okul) iz bırakan önemli barınma ve eğitim merkezleri açılmıştır. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’n- dan sonra Anadolu’da ve Bal- kanlar’da kimsesiz kalan çocukları barındırmak ve onları bir meslek sahibi yapmak amacıyla dönemin Maarif Nazırı (Milli Eğitim Bakanı)’nın teklifiyle 1915 yılında yetimlerin barınmaları için yurtlar açılmıştır. Kısa bir süre içinde bu yurtlara 16.000 kadar yetim çocuk alınarak onların her türlü sosyal güvenceleri sağlanmıştır. Görüldüğü gibi bu sayı; dönemin nüfusuna göre değerlendirildiğinde küçümsenmeyecek bir rakam olduğu anlaşılacaktır. Günümüzde hizmet veren Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı yurtlar ve çocuk yuvaları da bu güzel geleneğin bir devamıdır. O halde, çaresizliğe ve karamsarlığa gerek yoktur, insanlar acıları ve zorlukları paylaştıkça, engelleri daha kolayca aşacaklardır. Zira tarihimizde olumlu anlamda; bize hem örnek ve moral kaynağı olabilecek hem de atacağımız adımlara ışık tutabilecek önemli hatıralar ve uygulamalar vardır.
Yetimin malını koruma
Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu konulardan birisi de, Müslüman toplumun sosyal dengesi ve dayanışmasıdır. Bunun için yetimin özel ilgi ve koruma altına alınması, devlet imkânlarından yararlanmada öncelikli kılınması gibi konular, Kur’an’ın sıklıkla temas ettiği hususlardır. Kur’an’da yetimler anılırken ortak payda olarak yukarıda belirtilen İnsanî yaklaşım tarzı öğütlenmektedir. Takdir edileceği üzere, toplumda İnsanî ilişkilerin iyileştirilmesi ve sosyal dengenin kurulması her zaman katı kural, tek yanlı emir veya güvenlik tedbirleriyle olmamıştır. Bu konu, yetişmiş, eğitilmiş ve inanmış insan gücüyle yakından ilgilidir. Bunun içindir ki, Kur’an, yetime ve öksüzlere karşı hem iyi davranmamızı hem de onların bütün haklarının korunmasını emretmiştir. Yüce Allah, şu ayetlerde işaret edildiği gibi yetimin malını yemeyi, ona zarar vermeyi ve haksızlık yapmayı yasaklamıştır: "Erginlik çağına erişince- ye kadar, yetimin malına, sadece en iyi tutumla yaklaşın..." (En’am, 152) "Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler, şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar..." (Nisa, 10) "Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla değişmeyin, onların mallarını kendi mallarınıza katarak (kendi malınızmış gibi) yemeyin; çünkü bu büyük bir günahtır." (Nisa, 2)
Bu ve benzeri birçok ayet, yetimin malının korunmasını öngörmektedir. Bu uyarı çerçevesinde İslâm dini, yetimin mal varlığının en yakın velisi veya mahkemenin tayin ettiği yetkililer tarafından korunmasını emretmiştir. Böylece yetimin velisi, onun faydası için malını ticarette veya başka bir şekilde tasarruf edebilir. Fakat onun zararına olabilecek davranışlarda bulunamaz. Ancak kişinin eğitimi, yetiştirilmesi ve evlendirilmesi gibi konularda harcayabilir. Kültürümüzdeki bu duyarlılığın bir parçası olarak yetimin malı ve hakkı; devlet malının korunmasında bile caydırıcı bir unsur olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle şu cümle, halk arasında yaygın bir şekilde kullanılmaktadır: "Kamu malını yeme. Çünkü içinde tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır." Gerçekten asırlar boyunca milletimiz bu hak ve hukuka riayet etmeye gayret etmiştir. Her zaman yetim ve kimsesizlerin yanında yer almıştır. Onları yetiştirmek, evlendirmek, topluma kazandırmak, iş ve ev sahibi yapmak amacıyla özel vakıflar, sandıklar ve dernekler bile kurmuştur.
Yetimleri toplumakazandırmak
Yukarıda da ifade edildiği gibi, yetim ve kimsesiz çocukların sorumlulukları yakınlarına ait olsa bile, onlar bir anlamda toplumun ve devletin bir emanetidir. Gönülleri yanık fakat dünyaları tertemiz olan bu çaresiz yavruları yalnız bırakmak elbette doğru değildir. Onları severek topluma ve hayata kazandırmak; dinî, millî ve İnsanî bir görevdir. Yüce kitabımız da bu konuya işaret ederek, yetim ve yoksulu azarlayanı, itip ve kakanı kınamıştır: "Dini yalanlayanı gördün mü? işte o yetimi itip kakar. Yoksulu doyurmaya teşvik etmez." (Maun, 1-3) Diğer bir ayette ise bunun aksine davranan yetim, muhtaç veya esir düşmüş çaresiz insanlara yardımcı olanların davranışları da övülmüştür: "Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler." (İnsan, 8)
Günümüzde bu konu, gerçekten daha da önem kazanmıştır. Çünkü sahipsiz ve kimsesiz çocukların hıçkırıkları ve sesleri; artık evlerden taşarak sokaklara, köprü altlarına, park ve otogarlara kadar ulaşmaktadır. Yüzleri soluk, üst-başları yırtık bu masum çocuklar, gece sabahlara kadar izbe yerlerde büzülüp sabahlarken, o toplumu meydana getiren insanların mutlu olması mümkün değildir. Çünkü onlarla aynı yaşta olan çocukların evleri var. Oyuncakları var. Giyecekleri var. Yiyecek ve içecekleri var. Okulları var. Daha da önemlisi onları seven ve okşayan anne-baba ve diğer aile fertleri var. Aynı toplum fakat ayrı yelpazelerde bulunan bu çocuklar arasında, uçurum ve büyük farkların bulunması, hem dinî hem de İnsanî yönden İzah edilemez. Bu olumsuz karşılaştırma ile ortaya çıkan görüntü; psikolojik ve sosyolojik açıdan da bir çelişkidir. O halde fert, aile ve toplum olarak bu tablo üzerinde düşünerek yeni ve rahatlatıcı çözümler aranmalıdır.
Sonuç olarak imkânı olan herkes, bu çocukların yardımına koşmalıdır. Kendi adına veya mensubu olduğu kurum adına ne yapılabilir? Onların eğitim ve öğretimine katkıda bulunmak için ne gibi tedbirler alınabilir? inanıyorum ki, en yakınımızdan başlayarak bu alandaki sorumluluğumuzu çevremizle paylaşırsak önemli bir adım atabiliriz. Öncelikle akraba, komşu, mahalle ve çevremizde bu özellikleri taşıyan ve elinden tutulması gereken kaç kişi var? Bunların tespiti kolayca yapılabilir. Daha sonra onları topluma kazandırmanın yolu ve yöntemi üzerinde durulabilir. Bunlardan eğitim çağında olanların; mutlaka bir eğitim kurumuna kaydedilmesi sağlanmalıdır. Kendileriyle ilgilenmek suretiyle başarı ve kabiliyetlerine göre iyi bir eğitim için gereken yardım ve destek sürdürülmelidir. Bazı çocukların da küçük yaştan itibaren meslek veya ticarete ilgi ve kabiliyetleri olabilir. Bunlar da desteklenerek kısa yoldan iş ve meslek sahibi olmaları sağlanabilir.
Tekrar hatırlatalım ki Yüce Kitabımız Kur’an; anne ve babaya iyilikten bahsettiği birçok yerde yetim, öksüz ve kimsesizlere karşı da iyi davranmamızı emretmektedir. Onlara kamu yardımı dahil her türlü maddî ve manevî desteği vermemizi istemektedir. O halde hep birlikte; yetim kız ve erkek çocukların eğitilmesi, yetiştirilmesi ve sırası geldiğinde evlendirilmesi dahil bütün sosyal ihtiyaçlarını karşılamaya çalışalım. Üzüntülerine ve sevinçlerine ortak olalım. Onları toplumun ve sosyal hayatın sağlıklı bir üyesi hâline getirmek için gayret sarf edelim. Unutmayalım ki bir insanın hayatını kurtarmaya sebep olmak, bütün insanların hayatını kurtarmak gibidir.