Makale

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın İlk Yılları- II

Diyanet işleri Başkanlığı’nın ilk Yılları - II


Dr. Mehmet Bulut
DiB / Uzman


Dergimizin Temmuz 2009 sayısında bu köşede yayımlanan yazımızda, Diyanet işleri Başkanlığı’nın ilk yıllarına ilişkin gelişmelerin iki farklı açıdan değerlendirilebileceğini ifade ederek, kuruluş yıllarında bu yeni teşkilata verilen önemden ve o günün şartlarında kendisine sağlanan ve takdirle yâd edilmesi gereken birtakım imkânlardan bahsetmiştik. Bu yazımızda ise konunun ikinci boyutu; yani Başkanlığın ilk yıllarında yaşanan bazı sıkıntılar üzerinde durmak istiyoruz.
Hemen belirtelim ki, burada özetlenmeye çalışılacak sıkıntılardan bir kısmı sadece Başkanlığın ilk yıllarıyla sınırlı değildir, birer problem cümlesi olarak belki günümüze kadar süregelmiştir.
1) 3 Mart 1924 tarihli kuruluş kanunundan sonra Diyanet işleri Reisliği için bir teşkilat kanunu ancak 1935 yılında çıkartılabilmiştir. 14 Haziran 1935’te kabul edilen 2800 sayılı işbu “Diyanet işleri Reisliği Teşkilât ve Vazifeleri Hakkında Kanun” ise sadece 7 maddeden ibarettir. Önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi, 1931 yılında camilerin ve cami görevlilerin idaresi Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne geçtiği için kanun da bu doğrultuda tanzim edilmiş ve Diyanet işleri Reisliği’nin bir başkanın idaresi altında, merkezde Müşavere Heyeti, Zatişleri Müdürlüğü, Yazı işleri Müdürlüğü ve Mushafları Tetkik Heyeti’nden; taşrada ise Müftü, Müsevvid, Vaiz ve Dersiamlardan oluştuğu tasrih edilmiştir. Söz konusu kanuna dayanılarak hazırlanan ve Başkanlığın ilk tüzüğü olan “Diyanet işleri Reisliği Teşkilatının Vazifelerini Gösterir Nizamname” ise 16 Şubat 1938’de kabul edilmiştir.
Bu durum, 1924’ten 1935’e gelinceye kadar Başkanlık’ta yaşanın daralmayı ortaya koyduğu gibi, bir kamu kuruluşu olarak Diyanet teşkilatı için yasal düzenlemelerin vaktince çıkartılamayışı itibariyle, mensupları ve din hizmetleri açısından bir açmaz olarak da kabul edilmelidir.
2) Cumhuriyetin ilanıyla birlikte 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasiye kanununda (Anayasa) yapılan değişiklerden biri, “Türkiye devletinin dini, din-i islâm’dır” ibaresinin (madde 2) Anayasaya girmiş olmasıdır. Dönemin bazı yetkilileri, aslında bu kaydın söz konusu Anayasa hazırlanırken de düşünüldüğünü; ancak yazımının unutulduğunu ifade etmişlerdir. 20 Nisan 1924’te Anayasa yeniden düzenlenirken bu madde aynen muhafaza edilmiştir. Keza Meclis’te yapılan yeminlerde sarf edilen “vallahi” ifadesi de yine korunmuştur. Ayrıca, “Hiç kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefi içtihadından dolayı muaheze edilemez; asayiş, âdâb-ı muaşeret-i umumiye ve kavanine mugayir olmamak üzere her türlü ayinler serbesttir” (madde 75) hükmüne yer verilerek din özgürlüğü getirilmiştir. Bu anayasada “Ahkâm-ı şer’iyenin tenfizi (şer’î hükümlerin uygulanması)” de TBMM’nin görevleri ardasında sayılmıştır (madde 26).
Bu kısa hatırlatmaları aşağıdaki tespitlerin daha rahat anlaşılması açısından yapmış olduk.
Bilindiği gibi Diyanet işleri Reisliği’nin ilk yılları, inkılap yasalarının art arda yapıldığı yıllardır. Reisliğin kuruluş kanununun kabul edildiği aynı tarihte çıkartılan iki ayrı yasa ile hilâfet lağvedilmiş ve tevhid-i tedrisat (öğretim birliği) kabul edilmiştir. Bunları diğer inkılaplar hızla takip etmiştir. Buna göre adı henüz konulmamış olsa da, laik devlet sistemine doğru bir gidiş söz konusudur (Laiklik ilkesi Anayasa’ya bir hayli sonra, 1937 yılında girecektir). Buna paralel olarak, din-devlet ilişkileri ve Diyanet kurumunun devlet teşkilatı içindeki konumunun, Başkanlığın daha kuruluş yıllarında tartışılmaya başlandığını belirtmemiz gerekir. Bir farkla ki, bu yıllardaki tartışmalar, yukarıda sözü edilen 75. madde de gerekçe gösterilerek, daha çok din hürriyeti bağlamında olmuştur. Dolayısıyla laiklikten bahsedilerek Diyanetin konumuna itirazda bulanlara karşı, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olmadığı, zira anayasasında devletin dininin islâm dini olduğunun tasrih edildiği hatırlatılmıştır. Konuya din özgürlüğü gerekçesiyle itiraz edenlere; yani mademki, ülkede herkes din hürriyetine sahiptir, öyleyse niçin sırf islâm diniyle ilgili işleri yerine getirmek üzere devlet teşkilatına bir Diyanet kurumuna yer verilsin gibi çıkışlara verilen cevap ise, bunun bir ihtiyaçtan kaynaklandığı; zira Türkiye’de halkın kahir ekseriyetinin islâm dinine mensup olduğu hatırlatılmıştır.
Bu minvaldeki tartışmalara örnek olmak üzere burada sadece bir kayda yer vermek istiyoruz:
Sebilürreşad dergisinin 18 Eylül 1924 tarihli 617. sayısında imzasız olarak yayımlanan “Devletimiz laik-lâdinî midir?” başlıklı kısa bir yazıda, Ziya Gökalp Bey’in Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir yazısından alıntı yapılarak, Gökalp’ın devletin laik olduğuna ilişkin düşüncesine bir anlam vermenin zor olduğuna işaret edilmiştir. Gerekçe olarak da işte o yıllarda yürürlükteki Teşkilat-ı Esasiye Kanununun yukarıda zikredilen “Türkiye Cumhuriyeti devletinin dini...” maddesi hatırlatılmış ve ayrıca Büyük Millet Meclisi’nin “ahkâm-ı şer’iyenin tenfizi”ni deruhte ettiğine dikkat çekilmiştir. Yazının devamında Şer’iye Vekâleti’nden Diyanet işleri Reisliği’ne geçiş sürecine işaretle gelinen durum şöyle anlatılmaktadır:
“Vakıa Umûr-i Şer’iye ve Evkaf Vekâleti, müdüriyet-i umûmiye haline kalbedildi; fakat Şer’iye ve Evkaf Vekili’nin salâhiyet ve mesuliyeti Başvekile intikal etti. Kuvve-i icraiye, umûr-i şer’iye ve evkaftan dolayı Meclis’e karşı yine mesuldür.
“Diyanet Reisi cemaat-i islâmiye tarafından intihap olunsaydı ve Müslümanların umûr-i diniyeleri hakkında hükümetin hiçbir alâkası olmasaydı o vakit laiklik oldu denebilirdi. Bugün umûr ve mesalih-i diniyenin yolunda cereyan edip etmediğinden dolayı Meclise ve millete karşı mesul olan hükümettir. Evet, Diyanet Reisinin de mesuliyeti var; fakat o yalnız mânevî bir mesuliyettir. Asıl mesuliyet-i siyasiye ve maddiye hükümete aittir. O halde laiklik hükümetin neresindedir?..” (SR, c. 24, sayı: 617, 18.09.1340/1924, s. 301)
Tespitlerimize göre, bu yıllarda mezhepsel bir yaklaşımla Diyanet teşkilatına itirazlara ise pek rastlanmamaktadır.
Özetlemek gerekirse; Diyanet çerçevesinde laiklik bağlamında günümüzde halen sürdürülen tartışmaların başlangıcı, teşkilatın kuruluş tarihine kadar gitmektedir. Burada esas vurgulamak istediğimiz, bu tür tartışmaların Diyanet hizmetleri açısından öteden beri bir olumsuzluk oluşturduğu gerçeğidir. Türkiye’de istihdam alanı en geniş olan ve hizmetleri ülke sınırlarını taşmış bulunan bir teşkilatın artık bu tip tartışmaların dışında tutulması gerektiği kanaatindeyiz.
3) Diyanet işleri Başkanlığı, istiklâl harbimiz sonrasında kurulmuş bir teşkilattır. Haliyle, o yıllarda, savaşların ve çeşitli imkânsızlıkların getirdiği yıkımların en bariz müşahede edildiği yerlerin başında mabetlerimiz gelmektedir. Şöyle ki, cami ve mescitlerin bir kısmı yıkılmış, bir kısmı da bakımsızlıktan harabe haline gelmişti. Şöyle tavsif ediyorlardı günün yetkilileri cami ve mescitlerin bu durumunu: içeriye girişi nerdeyse engelleyecek kadar kapılarını örümcekler bağlamış, kir tutmuş pencereleri ışık vermez bir halde, her tarafı toz ve kir içinde, duvarlarındaki levhalar sinek pisliğinden okunamaz durumda... Yıkık, virane binalar... Kısacası durum, Rıza Tevfik’in ünlü “Harab Mabed” şiirinde tavsif edildiği gibidir.
Kuşkusuz sorun, sadece mabetlerin bu acıklı vaziyetleriyle sınırlı değildi. Savaş ve diğer olumsuzluklar sonucu, din hizmeti sunacak ve topluma manevî yönden gerçek anlamda liderlik yapacak yetkin din hizmetlilerinin sayılarının bir hayli azalmış olması daha da düşündürücüydü.
Gerek TBMM hükümetleri ve gerekse ilk Cumhuriyet hükümetleri döneminde; yani Diyanetin kuruluş yıllarında vasıflı din hizmetlilerine olan ihtiyaç zamanında fark edilmiş ve bütün zor şartlara rağmen, devletin en üst düzey yetkililerince kısa ve uzun vadeli birtakım çözüm yolları araştırılmış, bir kısım çalışmalara da fiilen başlanmıştı. Ne yazık ki, bu doğrultudaki çabalar uzun sürmedi. Ülkemizdeki dinî kültürün ve dinî hizmetlerin geleceği açısından son dereci isabetli gözüken bu gayretleri sürdürmek yerine, 1920’li yılların sonuna doğru, sıkıntıların daha da artmasını intaç edecek daha farklı tasarruflar cihetine gidildi. Örneğin cami hizmetlerine bir çeki düzen vermek üzere cami ve mescitlerin tasnifi, ihtiyaç dışı görülenlerin başka amaçlarla kullanılması ya da akara tahvil edilmesi yönünde çalışmaların başlatılması ve hatta bu doğrultuda yasal düzenlemelerin yapılması (17 Nisan 1927 tarih ve 1011 sayılı 1927 yılı varidat bütçesi kanununun 14. maddesi) ve Tevhid-i Tedrisat kanununa dayanılarak medreselerin büyük çoğunluğunun bir çırpıda kapatılması, açılan 29 kadar imam ve Hatip mektebinin üç-beş yıl içerisinde peyderpey kapanmaları gibi (Yazımızın hacmini daha fazla taşırmamak için burada bu konularda ayrıntıya yer veremedik). Bunlar da, Diyanet işleri Başkanlığı’nın ilk yıllarında görülen sıkıntılar cümlesindendir.
4) Başkanlığın kadroları ilk yıllarda bütçe barem kanunlarına ekli listelerde belirlenmiştir. Ancak bunlar merkez teşkilatı personeliyle taşrada müftü, müsevvit, vaiz gibi kadroları içermektedir. “Hademe-i hayrat” dediğimiz cami hizmetlilerine gelince; 1920’li yılların sonuna kadar bunların kimlerden oluştuğu, sayılarının ne kadar olduğu ve ne kadar maaş aldıkları tespit edilememiştir. Bu yıllarda din hizmetlisi istihdamının, Osmanlı döneminde hazırlanmış olan Tevcih-i Cihat Nizamnamesi çerçevesinde yapıldığı anlaşılmaktadır. Dönemin hükümeti bunların tespitini Başkalık’tan talep etmişse de, bu mümkün olmamıştır. Yukarıda zikredilen tasnif düşüncesinde bu durum da etkili olmuştur.
Yaşanan olumsuzluklar bağlamında düşünüldüğünde Başkanlığın ilk yılları için söyleyeceklerimizin özeti şudur: Kuruluşunun daha ikinci yılında, teşkilatın 1925 mali yılı bütçesinin görüşülmesi sırasında tam anlamıyla ifadesini bulan geleceğe yönelik ideal tasavvurlar ve atılan önemli adımlar -yayın faaliyeti girişimini bir kez daha hatırlatacağım- üzüntülüyüz ki, çok kısa sonra akim kalmıştır. Kanaatimiz odur ki, başlangıçtaki o tasavvurlar peyderpey uygulamaya konulabilseydi, o günkü ulvi heyecan sürebilseydi, bugün halkımızın dinî kültür düzeyi ve din hizmetinde bulunduğumuz nokta çok daha farklı olacaktı.