Makale

İsimlerden Kelimelere, Kelimelerden Sözlere

İsimlerden Kelimelere,
Kelimelerden Sözlere

Gökhan ÖZCAN

Anladık ki, bunca yol yürümüş olsak da bu dünyada, en az o ilk noktadaki kadar muhtacız Allah’a, hiçbir şeye muhtaç olmayana...

Konuşa konuşa anlaşıyoruz biz, dinleye dinleye anlıyoruz. Okuya yaza öğreniyoruz. Ne biliyorsak kelimelerden biliyoruz. Ne yaşıyorsak kelimelerle ifade ediyoruz.

Ne biliyorsak, sözlerden müteşekkil... Söylemek için sözlere, anlamak için yine sözlere ihtiyacımız var. Sözlere, yani kelimelere, cümlelere... Bu üstünde çok tefekkür ettiğimiz konulardan biri değil yazık ki... Oysa kelimelerle indi Allah’ın ayetleri... Ve kelimeler de bizzat Allah’ın ayetleri... Tıpkı gökyüzünde yanıp sönen yıldızlar, yağmur yüklü bulutlar, bahara durmuş ağaçlar, bereket tanesi başaklar, denizin ortasında yüzüp giden gemiler gibi... Fikretmenin yapı taşı, köşe başı kelimeler...
Kelimelerin olmadığı bir dünya düşünelim. Düşünebilir miyiz? Kelimeler olmadan, düşünebilir miyiz kelimelerin olmadığı bir dünyayı. Haydi düşünebildik diyelim, birbirimize anlatabilir miyiz düşünebildiklerimizi. Ne düşünebiliriz, ne anlatabiliriz. Biz ancak kelimelerden yola çıkabiliriz, sonra yürüyebiliriz ve sonra koşabiliriz belki, savurarak zihnimizin saçlarını sağa sola.
Bizim idrak sahamızda her şey öyle başlamadı mı? Her şey anlaşılır, bilinir, tanınır olmanın bilgisini bu noktadan sonra kuşanmadı mı? Ve böylece; aslında bütün kelimeler, bir tek kelimeden türemiş olmadı mı?
“Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi. Melekler: Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin, dediler.” (Bakara, 2/31-32.)
Demek ki âdem aleyhisselamın bilmeye başlamak için isimlere ihtiyacı vardı. Yani kelimelere... Bilmeye, anlamaya, söylemeye, yaşamaya başlamak için ihtiyacı vardı kelimelere... Yani söze, sözlere...
Biraz daha öncesine gidelim... Âdem aleyhisselamın olmak için de bir kelimeye ihtiyacı vardı. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayanın diyeceği bir kelimeye: Ol! Kün fe yekün! O “Ol!” deyince olmadı mı her şey? İnsan, hayat, âlem, âlemler... Kelimeye, kelimelere muhtaç olmayanın bir tek kelimesiyle başlamadı mı bütün hikâye?
O hâlde biz yoktuk o kelimeden önce. Peki, bizim kelimelerimiz var olabilirler mi O Rabbülalemin “Ol!” demeden önce? Hâlbuki biz kelimeleri kendimizin biliyoruz. Söylediğimiz bütün o sözleri, içimizde bir yerde imal ettiğimizi düşünüyoruz. Aslında düşünmüyoruz, öyle farz edip geçiyoruz. Oysa bırakın kelimeleri, biz yoktuk, bir içimiz yoktu o ilk kelimeden önce. Olduk, sonra kelimelerimiz oldu. Bağışlanmış kelimelerimiz oldu. Âdem aleyhisselamdan kıyamete kadar gelecek her insanoğluna bir kadim miras olarak... Zaman zaman kelimelerimizin aslını yitirdiğimizde peygamberler geldi, içinde bize kelimelerimizin anlamını hatırlatan kitaplarıyla.
‘Allah’ı bildik, ‘kul’u bildik. ‘Tevhid’i bildik, ‘şirk’i bildik. ‘Vahdet’i bildik, ‘kesret’i bildik. ‘Hayat’ı bildik, ‘ölüm’ü bildik. ‘Dünya’yı bildik, ‘ukba’yı bildik. ‘İman’ı bildik, ‘küfr’ü bildik. Hepsi birer kelimeydi, onlardan ‘hakikat’i bildik.
Her an gibi, her kelime de bir imtihandı bizim için. İdrak ettik ve koyulduk o uzun ince yola. Ne söylersek hayra götürür bizi, ne söylersek şerre, yine kelimelerden bildik. Hem söylediğimizle yoğrulduk, hem anladığımızla, hem inandığımızla. Yoğrulduk kelimelerle bu imtihanda ve yorulduk kelimelerle.
İçine hakikatten bir şeyler kattığımızda doldu kelimeler, yalandan bir şey kattığımızda boşaldı. Dolu sözlerimiz oldu, boş sözlerimiz oldu. Dolu konuştuğumuz oldu, boş konuştuğumuz oldu. Ve nihayet, idrakimizin terazisinde tarttık, yine sığındık Allah’a kelimelerle, dolusu varken boş konuşmaktan.
Anladık ki, bunca yol yürümüş olsak da bu dünyada, en az o ilk noktadaki kadar muhtacız Allah’a, hiçbir şeye muhtaç olmayana...
Çünkü o kelimelerin ve sözlerin ve anlamların gerçek sahibi... Söyleyenin ve dinleyenin ve bu ikisi arasında gidip gelenin sahibi... Çünkü o düşüncenin, ifadenin ve bu ikisini mükemmel bir ahenkle birleştiren sesin sahibi... O ki, isimlerin, sıfatların, fiillerin tek ve gerçek sahibi...
Başta dedik ya; ne biliyorsak, sözlerden müteşekkil... Ve sözlerin O’dur asıl sahibi... Bu sebeple ki sözlerle başlıyor, sözlerle devam ediyor, sözlerle tamama eriyor insanın büyük mücadelesi. Hakikat adına söylenmesi icap edeni söylemek, etmeyeni söylememek... Ya da icap edeni söylemeyip icap etmeyeni söylemek...
Dilin şenliği de olabiliyor sözler, afeti de... Kim olduğumuz bu hesabın neresinde durduğumuzla ilgili... Dilimiz büyütebilir de insanlığımızı, küçültebilir de... Sözler hakikati açmaya da yarayabilir, örtmeye de... Buna kim karar verecek? İnsan elbette! Allah Âdem aleyhisselama isimleri öğretti ve kelimeleri ve sözleri... Yani hakikati... Ve Âdem aleyhisselam ile birlikte hatırlamayı bilen diğer bütün insanlara da...
Ve güzellik ve çirkinlik... Yine hayat buluyor kelimelerle... Güzel insanlara gidiliyor güzel kelimelerle, çirkin insanlara gidiliyor çirkin kelimelerle... İyilik ve kötülük, sevgi ve nefret, zulüm ve adalet, yalan ve doğru, savaş ve barış, hep kelimelerle... Gönül yapan da söz, gönül kıran da... Teslimiyet de sözle, isyan da... İmar da sözle, yıkım da...
Her birimizi ifade eden isimler birer kelime... Ömür boyu o kelime seslendiriliyor bizim yerimize. O kelime biziz, biz o kelimeyiz. Kimin aklından geçse o kelime, biz geliyoruz anında gözlerinin önüne. Ne tuhaf bir his, keşke düşünsek bunu bir... İnsanın bir kelime olarak portresini... İnsanın hem hülasası, hem hasılası olan bir tek kelime... İnsanı anlatan kavram, yani isim, yani söz, yani el ele tutuşmuş üç beş harf sadece... Sanki üfürsek uçuşur gider, karışır rüzgâra, yele, karışır toprağa, küle...
Gelip geçen asırlar, icatlar, keşifler, savaşlar, barışlar, ıslahatlar, reformlar, yıkımlar... Bugün hepsi birer söz, birer kelime... Tarihi yazan, zapteden, rapteden ne varsa hepsi, içinde sayısız kelime barındıran bir kelime... Ölümler, kalımlar, hepsi kelime... Cepheler, esaretler, mağlubiyetler, galibiyetler hepsi kelime... Dostluk ve düşmanlık da zaten, sadece iki kelime...
Aşk, muhabbet, sevgi, bağlılık, sadakat, anne, baba, evlat, akraba, eş dost, ev, sokak, mahalle, şehir... Uç uca eklediğimizde, iç içe geçirdiğimizde bir hayat ediyor. Bizim hayatımız... Hikâyemizin fiziki portresi de tıpkı, içi gibi, anlamı, ruhu, maneviyatı gibi kelimelerden geliyor. Ne zaman söz etsek hayatımızdan, bu kelimeler var avuçlarımızda, biraz arasak bu kelimeler çıkıyor ceplerimizden. Aslında o kelimelerden biriyiz biz de. Çevremizdeki herkes de...
Konuşa konuşa anlaşıyoruz biz, dinleye dinleye anlıyoruz. Okuya yaza öğreniyoruz. Ne biliyorsak kelimelerden biliyoruz. Ne yaşıyorsak kelimelerle ifade ediyoruz. Muhtacız kelimelere... Muhtacız kelimelerin sahibine... Bağışlanmamış olsaydı kelimeler bize, bağışlanmamış olurdu hayat, Allahualem!
Ayetler Allah’ın kelimeleri, kelimeler Allah’ın ayetleri... Hiç düşünmeyecek miyiz? Hiç akletmeyecek miyiz? Kelimeler akarken her an hiç durmadan hakikate, biz de bırakmayacak mıyız kendimizi bir gün olsun bu hayat veren nehre?