Makale

İdam Sehpasında Bir Büyük Âlim: İskilipli Atıf Hoca

İdam Sehpasında Bir Büyük Âlim:
İskilipli Atıf Hoca

Kâmil BÜYÜKER

İskilipli Atıf Hoca’nın sadece bir âlim olmayıp, milletinin derdi ile dertlenmiş, ülkenin istiklâli ve istikbali için kafa yormuş bir kişi olduğunu da hayatı boyunca, cemiyet hayatı içinde görüyoruz.

Geride bıraktığı eserler
Elbette en büyük eser olarak hayatını ve mücadelesini bırakan İskilipli Atıf Hoca’nın bir kısmı yayınlanmış, bir kısmı da tekrar neşredilmeyi bekleyen eserleri vardır. Bunlardan bazıları Miratü’l İslam, İslam Yolu, İslam Çığırı, Dini İslam’da Müşkülat, Tesettürü Nisvan, Medeniye-i Şer’iyye’dir.

Muhtemeldir ki onu, neticesi idamla biten, o meş’um zamanlar olmasa idi belki de kimse hiç hatırlamayacaktı. Tarih maalesef onu hep idam sehpasında bir hoca olarak tanıttı. Adı kayıtlarda İskilipli Atıf Hoca olarak geçti. Uzun yıllar kimse ne onu okumayı ne de araştırmayı denedi. Zira yasaklı bir isim, yasaklı bir hoca idi. Aradan zaman geçti, gazetelerde mezar yerinin bulunduğu ve memleketi Çorum-İskilip’e kemiklerinin nakledildiğini okuduk. Orada da acı bir tarihî hakikat çıkmıştı. Kendisi, idam edildikten sonra Ankara Mamak’ta kimsesizler mezarlığına defnedilmiş, yerini ise sadece o ana şahit olan birkaç kişi hafızalarında saklı tutmuş. Zira ne mezar taşı, ne de bir iz İskilipli Atıf Hoca’ya layık görülmüş. Tarihe kayıt düşülen 4 Şubat 1926’da gerçekleşen idamın haberini dönemin meşhur gazetelerinden yarı resmî Hâkimiyet-i Milliye’de şu şekilde verilir: “İki Mürteci Asıldı! Mürteci hocalar bu sabah asıldılar! İrtica kitapları müellifi İskilipli Atıf Hoca ile Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi haklarındaki idam kararı bu sabah infaz edilmiştir.” (İskilipli Atıf Hoca, Yeni İlmihal İslam Yolu, sad. S. Hüküm, Nehir yay. 1991, s. 4.)
Âlim, müderris ve aksiyon adamı
İskilipli Muhammed Atıf Hoca, isminden de anlaşılacağı üzere İskilip’in Tophane köyünde 1876 tarihinde dünyaya gelir. Annesini henüz altı aylıkken kaybeder. İlk tahsiline doğduğu kazada Hoca Abdullah Efendi’den ders alarak başlar. İskilip’in âlimlerden feyiz ve dersler alarak ve yine Rüştiye’yi de aynı ilçede tamamlayarak İstanbul’a gelir ve yarım kalan tahsilini İstanbul’da tamamlar. 1902 senesinde ve henüz 26 yaşında iken icazet alan Atıf Hoca, “Ruus” imtihanına girer ve 1905 yılında Fatih Camii’nde ders vermeye başlar. Necip Fazıl, “Son Devrin Din Mazlumları” adlı eserinde Atıf Hoca’nın el yazısı ile kaleme aldığı hâl tercümesinde şu satırları nakleder:
“Bir müddet İskilip kazasının Tophane karyesinde ve 1307-1308 senelerinde İskilip’te Mebadi-i Ulumu tahsil eyledikten sonra 1310 senesi nisanında İstanbul’a geldim. Ulumu Aliye ve Aliye tahsil eyledikten sonra icazetname ahzeyledim. Ve o sene Darulfünuna girip 1321 senesi Darülfünun İlahiyat şubesinden neş’et eyledim.
Daha evvel 1313 senesinde ruus imtihanına muvaffak olarak 1321’de Fatih Camii şerifinde tedrise mübaşeret edip şerh-i akaide kadar tedrise muvaffak oldum.
1322’de Dersiamlık ruusuna nail olduktan başka 1326 Medaris Müfettişliğine ve bilahare Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye İptidai Dahil Medresesi Müdür-ü Umumiliğine tayin olunmuştum.”
İskilipli Atıf Hoca’nın ilim hayatı sadece bununla sınırlı değildi elbette. Fatih Camii’nde dersiamlığının yanı sıra, Kabataş Lisesi’den Arapça muallimliği, Medreseler Müfettişliği, Medresetü’l-İrşad “Hikmet-i Teşri” müderrisliği, 1922’li yıllarda da Huzur Dersleri’ne muhatap olarak iştirak etmiştir. (Mehmet Sılay, İskilipli Atıf Hoca, Düşün yay. 2011, s. 126.)
O’nun sadece bir âlim olmayıp, milletinin derdi ile dertlenmiş, ülkenin istiklâli ve istikbali için kafa yormuş bir kişi olarak cemiyet hayatı içinde yer aldığını görüyoruz. Evvela 1920 yılında Mustafa Sabri Efendi, Mustafa Safvet Efendi ve Bediüzzaman Said Nursi ile birlikte “Müderrisler Cemiyeti”ni kuruyorlar. Ayrıca “Teali-i İslam” cemiyetini de yine Bediüzzaman Said Nursi ve Mustafa Sabri Efendi ile birlikte kuran Atıf Hoca, ilk beyannamesini İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali üzerine halkı düşmana karşı kıyama teşvik eden sert bir protesto şeklinde verir.
İlmiyle âmil ve kalem erbabı da olan Atıf hoca, hayatı boyunca ilminin ve yazdıklarının da bedelini ödemiştir. Yazdıkları ağırlıklı olarak Beyanülhak, Sebilürreşad, Mahfel, Alemdar gibi gazete ve mecmualarda yayınlanmıştır. Yazıları Sebilürreşad’da yayınlandığı zamanlar Mehmet Akif, Bediüzzaman, Ahıskalı Ali Haydar, Eşref Sencer Kuşçubaşı, Eşref Edip’le sık sık müşaverede bulunur. Bir ara hakkında yapılan şikâyet dolayısıyla polis takibinden bunalır ve Kırım’a gider. Oradan Polonya’yı, Varşova’yı ve çevresini gezer. Bir başka sürgünü de Mahmut Şevket Paşa’nın katlinde dahli olduğu iddiasıyla yer. Sinop kalesine, Çorum, Sungurlu, Boğazlıyan bölgesinde bir buçuk yıllık sürgün dönemi geçirir.
Âlem-i İslam’a yayılan haklı şöhret
Yine Necip Fazıl’dan nakille, Amerikan büyükelçiliğinden bir grup methini duydukları Atıf Hoca’yı ziyaret ederler. İslam dini hakkında takıldıkları soruları Atıf Efendi’ye yöneltirler. Aldıkları cevaplardan sonra ihtiramların en taşkınını gösterirler. Grubun sözcüsü olan en yaşlı Amerikalı, Atıf Hoca’ya ithafen “keşke daha genç olsaydım da sizden daha çok feyz alabilseydim. Talebeniz sıfatıyla yanınızda kalabilseydim!” diyor.
Dünyaca meşhur İtalyan müsteşrik-oryantalist Profesör Rossi, şeyhülislamlık kapısına başvurarak bazı suallerine cevap istiyor. Onu Atıf Efendi’ye gönderiyorlar. Saatlerce görüşüp konuşuyorlar ve tartışıyorlar. Rossi, Atıf Efendi’nin ilmine ve muhakemesinde hayran kalıyor. Sonra da Atıf Efendi’ye teşekkür ediyor: Ben Arap ve Hint diyarını gezdim. Çok farklı düşünen din âlimleriyle görüştüm. Fakat hiçbiri sizin cevaplarınız kadar zihnimi doyurucu olmadı. Yıllardır fikrimi tırmalayan en karışık ve en girift soruları siz çözdünüz. Âlem-i İslam’a yayılan şöhretinizin ne kadar haklı olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.” (Sılay, 38-39.)
Kendi ülkesinde ilmiyle haklı bir şöhreti yakalamış olan İskilipli Atıf Hoca, Avrupalıları, bunun yanında Arapları da kendine hayran bırakmıştır. Öyle ki bir ramazan günü Vezneciler’de Bağdat’tan gelen bir zat ile karşılaşırlar. Bağdat’tan gelen zat sağ elini Melik Faysal için, sol elini de kendi namına öpmek istediğini söyler. Sonra Atıf Hoca’ya bunun sebebini de açıklar:
“İstanbul’a gelmek üzere pasaportumu alıp Bağdat’ta Kral Faysal hazretlerine veda ettiğim sırada bana ‘madem İstanbul’a gidiyorsun, oraya varır varmaz Atıf Efendi ismindeki hocayı bul. Benim namıma elini öp, selam ve ihtiramlarımı söyle. Bağdat’ı ne zaman şereflendireceklerini sor.’ dedi. Ben de emredersiniz diye söz verdim. İşte onun için sabahtan beri sizi arar dururum. Ne güzel tevafuk… Allah karşılaştırdı.”
İdama giden yolda suç aleti bir kitap!
İskilipli Atıf Hoca, 12 Temmuz 1924 tarihinde bir kitap kaleme almıştı: Frenk Mukallitliği ve Şapka. Yayınlanan bu küçük risalenin üzerinden iki yıla yakın bir zaman geçmiştir. 7 Aralık 1925 tarihinde Laleli semti Fethibey caddesi numara 1’deki evine gelen polisler tarafından alıkonulur. Neticesi idamla sonuçlanacak o karanlık sefer başlamıştır. Ancak gelin görün ki Atıf Hoca için durum hiç de öyle değildir. Çünkü daha mahkemede savunmasını yapmadan kararını vermiştir. O günü kendisi ile beraber aynı kaderi paylaşan Tahiru’l-Mevlevi, o anların şahidi olmuştur. Atıf Efendi ve Tahiru’l-Mevlevi yatsı vaktinde aynı koğuşta savunmalarını yazmakla meşguller. Bir ara Atıf Efendi hafifçe dalıyor. Kısa bir zaman diliminden sonra, Tahiru’l-Mevlevi, Hocam ne çabuk uyanıverdin, der. Atıf Efendi ise, uykudan murad hasıl oldu, der. Yani, “Kâinatın fahrini gördüm. Bana, yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla uğraşıyorsun” dediğini nakleder. Savunmasını yırtar. O kadar kendinden ve rüyasından emindir ki beni idam edecekler. Başka şeye aklım ermez! Ferman en büyük kapıdan geliyor, der. Hakikaten kader ağlarını örecek Atıf Hoca gibi sayısız âlimin canına kasteden, hukukun olmadığı mahkeme idama hükmedecektir. Ancak Tahiru’l-Mevlevi’ye Atıf Hoca’nın fısıldadığı son sözler de manidardır:
“Zalim ve katillerle elbette mahşer gününde hesaplaşacağız.” (İskilipli Mehmet Atıf, Frenk Mukallitliği ve Şapka, Yipar yay. 1993, s. 58-60.)