Makale

Ashab-ı Kiram ve Biz

Ashab-ı Kiram ve Biz

Prof. Dr. İbrahim H. KARSLI
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

“Muhacirlerin ve ensarın ilkleri ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan razıdırlar. Onlara sonsuz dek hep içinde kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırlanmıştır. Büyük bahtiyarlık işte budur.” (Tevbe, 9/100.)

Allah Rasulü, asırlar önce Mekke’de son bir defa daha vahiy meşalesini tutuşturdu. Hakikat sevdalıları birer birer onun etrafında toplandılar. Muhabbetle, iştiyakla ahir zaman elçisini bağırlarına bastılar. Çünkü o, onların hakikat arayışına ve vicdanlarına tercüman olmuştu.
İlahî çağrıya iman edenler, âdeta yeniden dünyaya gelmişlerdi. Varlık, hayat, sil baştan farklı bir anlam kazanmıştı. Allah’a teslimiyet, O’nun rızası doğrultusunda gayret göstermek gayelerin gayesi hâline gelmişti. İ’la-yı kelimetullah, Allah’ın isminin yücelmesi onların en büyük ideali olmuştu. (Enfal, 8/72-73-74.)
Hayat onlar için artık sonu boş bir mücadele değildi. Aksine Allah’ın lütuf ve rızasını kazanmak için insana bahşedilen eşsiz bir fırsattı. Ebediyete uzanan bir ümit, bir sevdaydı. (Yunus, 10/26.) Kısaca dünya hayatı, esas anlam ve değerini ölümden sonraki ahiret hayatından alıyordu.
Gelen her bir ayet, ilk Müslümanların iman ateşini tutuşturan bir kıvılcımdı. Gönül semalarında parlayan, yollarını aydınlatan bir ışıktı. (Ankebut, 29/49.) Bu ayetler, kalpleri ulvi duygu ve düşünceler dünyasına taşıyordu. Fazilet hisleri ile gönüller coşuyordu. (Enfal, 8/2.) Artık bu insanların önlerinde iştiyakla koştukları bir gelecek vardı. Bu, onların hayallerini süslüyor, Allah yolunda adanma duygularını pekiştiriyordu. Vahiy meleğinin gelişini beklemek, onların en büyük tutkusuydu. Çünkü o, Rableri ile konuşmanın aracısı, O’ndan gelecek haberlerin müjdecisi idi.
Allah Rasulü, Mekke’de vahyin ışığını tutuşturdu. Hıra’da doğan nur, etrafa yayıldı. Kur’an nuru, gönülleri, akılları aydınlattı. Allah’ın elçisi bu nuru saçan bir kandil oldu. (Ahzab, 33/46.) Küfrün, zulmün karanlığından bunalan sineler, bu ışığın etrafında pervaneler gibi halkalandı.
Ayetler, ashab-ı kiramı sadece Allah’a kulluğa yine yeryüzünde barış ve adaleti yaymaya çağırdı. Onlar vahyi, iyiliğin ve faziletin ta kendisi olarak gördüler. Rablerinden kendilerine ne indirildiği sorulduğunda, gelenin ‘hayır’dan başka bir şey olmadığını ifade ettiler. (Nahl, 16/30.) Bununla sanki asırlar sonrasında, İslam’ı korku ve şiddetle özdeşleştirmeye çalışanlara tek kelimeyle cevap veriyorlardı. Evet, Kur’an ‘hayır’dan başka bir şey getirmemişti. Allah Rasulü de müminler için hayırlı olandan başka bir şey düşünmemişti. (Tevbe, 9/61.)
Allah Rasulü, zulümden, aşağılanmaktan yorgun düşen gönüller için bir umut ışığı oldu. O, köleler, yetimler, kadınlar; kısaca bütün ezilen ve horlananlar için bir müjde hâline geldi. Çünkü nice zamandır, yanaklarını okşayacak, sırtlarını sıvazlayacak, ellerinden tutacak bir kurtarıcının hasreti içinde idiler.
Aslında Allah Rasulü’nün bu çağrısı, bu dünyada onlara pek rahat bir gelecek vaat etmiyordu. Ağır bir yükün altına girmişlerdi. Çünkü iman etmek, Rasul-i Ekrem’e bağlanmak, ateşten gömlek giymekle eşdeğerdi. Çile ve meşakkat, ağır imtihanlar onları bekliyordu. Ama bütün bunlar onları korutmuyordu. Varsın olsun. Sonsuz güzelliklerin, ebedî saadet ve esenliklerin kapısı artık onlara açılmıştı ya. (Tevbe, 9/20.)
Kur’an, kendisini müminlere verilen bir müjde olarak tanıtır. (Neml, 27/2.) İşte ashab-ı kiram bu müjdenin peşine düşmüştü. Buna nail olabilmek için durmadan dinlenmeden çalışmış, mallarını ve canlarını bu uğurda feda etmişlerdi. Kur’an’ın ‘yürü’ dediği yerde yürümüş; ‘dur’ dediği yerde durmuşlardı. Ayetlerin ‘kalk’ dediği yerde kalkmış, ‘otur’ dediği yerde oturmuşlardı. Kısaca murad-ı ilahî onlar üzerinden gerçekleşmişti.
Gelen ayetlerle kalpleri imanla doldu, huzura erdiler. Vahyi birbirine müjdelediler. (Zümer, 39/23; Tevbe, 9/124.) Bu ayetler, onlar için eşsiz bir enerji kaynağı oldu. Yollara revan oldular. İlahî hakikati başka coğrafyalara, susamış gönüllere taşımak için uçsuz bucaksız çölleri geçtiler, dağları, tepeleri aştılar. Kıbrıs’a, Anadolu’ya, Kuzey Afrika’ya ve diğer coğrafyalara vardılar. Oralarda ruhlarını teslim ettiler. Nitekim onlardan önemli bir kısmının kabri Arabistan yarımadası dışındadır.
Sahabe-i kiram, imana, ibadete susamış gönüllere ab-ı hayatı taşımak için ömürlerini feda ettiler. Onlar dini, hareket ve atılım ruhundan uzak, heyecandan yoksun, durağan bir inanç olarak kabul etmediler. Aksine onlar dini, ulvi bir davadan kaynaklanan amel-i salih ve hareket metodu olarak gördüler.
İlk Müslümanlar, rahat ve rehaveti tercih etmediler. Aksine onlara göre Müslüman olmak, ceht ve gayret üzere bulunmak, fedakâr olmak demekti. Yine Müslüman olmak, değişime ve inkılâpçı bir ruha sahip olmaktı. Bu uğurda mukadder zorluk ve sıkıntılara katlanmaktı.
Sahabenin bazısı İslam’ın adalet ilkesinin sembolü oldu, Hz. Ömer gibi. Bazısı, dürüstlüğün ve samimiyetin simgesi oldu, Hz. Ebu Bekir gibi. Bazısı Hz. Osman gibi edep ve hayânın, bazısı Musab b. Umeyr gibi ahiretin ebedî güzelliklerini dünyanın fani güzelliklerine tercih etmenin, bazısı da Ebu Zer gibi dünya malından uzak durmanın, züht ve takvanın sembolü oldu. Kısaca İslam daveti, onlardaki ahlaki cevherin ortaya çıkmasının nedeni oldu.
Sahabenin dünyasında Allah’a iman, atadan, toplumdan intikal eden donuk bir inanç kalıntısı değildi. Çünkü hayatlarından uzak bir tanrı tasavvurunu onlar geride bırakmışlardı. Kur’an sayesinde onlar, Allah’a imanın ne demek olduğunu yeniden keşfetmişlerdi. Her şeyi gören, her şeyden haberdar olan, kuluna şah damarından daha yakın olan, dualara karşılık veren bir Allah tasavvuru vardı onlarda.
İlahî murakabe şuuru, onların duygularının, düşüncelerinin ayrılmaz bir parçasıydı. Bu inanç, onları herekte geçiren, haramlardan alıkoyan, hayırlara koşturan manevi bir kuvvetti. İç dünyalarını dolduran gönüllerini doyuran bir ümitti. Duygularını coşturan, iradelerini şahlandıran bir hayat kaynağıydı.
Ashab-ı kiram, dinî uygulamaların zahiri, şekli boyutuna takılıp kalmadı. Aksine onların özüne, ruhuna indiler. Takva boyutunu yakaladılar. Dinin özde bir olgunlaşma, bir fedakârlık ve diğerkâmlık olduğunu çok iyi bildiler.
Ensar ve muhacirler, hayatı, insani erdemleri ve ilahî rızayı kazanma yarışı olarak kabul etmişti. Çünkü onlar, “Öyle ise hayırlarda yarışın”, “Rabbinizin bağışlamasına mazhar olmak için yarışın” çağrılarını çok iyi anlamışlardı. (Bakara, 2/148; Âl-i İmran, 3/133.) Dolayısıyla evrensel hakikatleri, iyilik ve faziletleri yaymak için çalıştılar. Bu uğurda ön safta yer almak için yarıştılar. (Mü’minûn, 23/61.)