Makale

KENDİLERİNİ UNUTAN DİN ADAMLARI

KENDİLERİNİ UNUTAN DİN ADAMLARI


Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karslı

“(Ey bilginler)! Sizler kitabı (Tevrat’ı) okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?”
(Bakara, 44.)
Din adamları, din adına toplumun önünde bulunan ve sorumluluk üstlenen kimselerdir. Bunlar, her zaman mensup oldukları dinin kaderi üzerinde etkili olmuşlardır. Toplumların hayatında dinlerin etkili olmasını veya zayıflayıp sönükleşmesini onlardan ayrı düşünmemiz mümkün değildir. Din adamları, kimi zaman toplumun önünü aydınlatan maneviyat ışıkları, kimi zaman da, ne yazık ki, bu ışığı gölgeleyen insanlar olmuşlardır.
Güçlü maneviyat rehberleri, toplumun önünü açmış; dinin aydınlığında insanların yürümelerine sebep olmuştur. Ancak manevi olgunlaşmadan nasibini alamayan din adamları da, dinin sırtında bir kambur, önünde bir engel ve ayak bağı olmuşlardır. Tarih, bir taraftan onların adalet, ahlak ve fazilet adına insana kazandırdıkları yüce değerlerin sayısız örneği ile doludur. Ancak diğer taraftan da yüklendikleri kutsal sorumluluğu savsaklamaları veya istismar etmeleri sebebiyle yine insana ödettirdikleri acı faturalara şahitlik etmektedir.
Kur’an, ehlikitap din adamlarının hepsinin aynı durumda olmadığı, aralarında gece saatlerinde kıyamda duran, secdeye kapanan, Allah’ın ayetlerini okuyanlar bulunduğunu ifade eder. (Âl-i İmrân, 113.)
Başlıkta verdiğimiz ayette ise, olumsuz bir “din adamı” figürü ortaya konulur. Konu, Bakara suresinin girişinde ele alınmaktadır. Burada “Kitab’ı (Tevrat’ı) okuduğunuz halde” ifadelerinin geçmesi, ayetin din adamlarına yönelik olduğuna işaret etmektedir. Onlar, dinî hükümleri okuyup başkalarına telkin etmelerine rağmen, bunları kendi hayatlarında uygulamıyor; sadece arzularına uygun gelenleri, zevk ve hevesleri ile çatışmayanları dikkate alıyorlardı. (Merâğî, Tefsiru’l-merâğî, I, 104.)
Toplumun önünde örnek olması, ruhun ve maneviyatın kapılarını insanlara aralaması gereken bu kimseler, bir düşüş ve sıradanlaşma sürecine girmişlerdi; neticede samimiyet ikiyüzlülüğe, merhamet acımasızlığa, hasbilik dünya menfaatine, manevi coşku, ruhsuz ve yapay dinî törenlere dönüşmüştü. Böylece din adamları, dünya metaı ve gücünü devşirme hesaplarının aracıları haline gelmişlerdi.
Din adamlarının Kutsal Kitap karşısındaki bu umursamaz tavırları, “kitap yüklü merkepler” benzetmesiyle müstehzi bir tarzda Cuma suresi 5. ayetinde dile getirilmektedir. “Kendilerine Tevrat yüklenip de sonra onu taşımayanların durumu, kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.”
Ayette, bilgili oldukları halde Kutsal Kitab’ın manevi değerlerinden istifade edemeyen din adamları, akıl ve idrakten yoksun merkeplere benzetilmektedir. Zira onlar Tevrat’ı yüklenmişlerdi; dolayısıyla onun buyruklarını yerine getirmekten sorumlu idiler. Ancak bunun farkında değillerdi. (Râzî, Mefatihu’l-gayb, XXX, 6.) Bu halleriyle onlar, birçok kitap yüklenen ancak içeriklerinden habersiz merkeplerden farklı bir konumda değillerdi. Çünkü yüklendikleri ile diğer yükler arasında her hangi bir fark yoktu. Dolayısıyla yorulmaktan başka bir şey de ellerine geçmemekte idi.
İncillerde ayette geçen beyanları tefsir edecek mahiyette ifadeler yer almaktadır. Nitekim Hz. İsa, halkı din adamları hakkında şöyle uyarır: “Din bilginleri ve Ferisiler, Musa’nın kürsüsünde otururlar; bundan dolayı size söylediklerinin tümünü yapın ve yerine getirin. Fakat onların yaptıklarını yapmayın; çünkü söyledikleri şeyi kendileri yapmazlar. Evet, onlar ağır ve taşınması güç yükleri bağlayıp başkalarının sırtına yüklerler, kendileri ise bu yükleri taşımak için parmaklarını bile oynatmak istemezler. Yaptıklarının tümünü gösteriş için yaparlar. Örneğin hamaillerini büyük, giysilerinin püsküllerini uzun yaparlar. Şölenlerde başköşeye, havralarda en seçkin yerlere kurulmaya bayılırlar. Meydanlarda selâmlanmaktan ve insanların kendilerini ‘rabbi’ diye çağırmalarından zevk duyarlar.” (Matta, 23/1-7.)
Yine din adamları, kılı kırk yararak halkın yaşayış tarzını eleştiriyorlardı; ama kendilerine sıra gelince, dini sorumluluklarını savsaklıyor, gereğini yerine getirmiyorlardı. Nitekim bu durum da Hz. İsa tarafından şu şekilde dile getirilmektedir: “Ey kör kılavuzlar! Küçük sineği süzer ayırır; ama deveyi yutarsınız!” (Matta, 23/24).
Hz. İsa’nın din adamlarına yönelttiği eleştirilerden bir diğeri de şudur: “Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Siz dıştan güzel görünen, ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu badanalı mezarlara benzersiniz. Dıştan insanlara doğru görünürsünüz, ama içte iki yüzlülük ve kötülükle dolusunuz.” (Matta, 23/27-28.) Bu ifadeler, o dönem din adamlarının içerisinde bulunduğu manevi çöküşü göstermesi açısından oldukça manidardır.
Bir taraftan siyasetle içli dışlı, güç ve etkin olma peşinde koşan, öbür taraftan para pul, servet saman sevdasına dalan bir din adamları zümresi. Bunlar mabet görevlerini ticari faaliyetlerine bir basamak olarak kullandılar, ifade yerinde ise kutsalın sırtından geçindiler. Kitab’ın “yap” dediğini anlayamayan, hikmetine vâkıf olamayan, onunla kendini sorgulayıp ruhuyla ruhlanamayan insanlar haline geldiler.
Din adamları, topluma rehber olup onları Allah’a, fazilete yöneltmeleri gerekirken, sıradan insanların peşine düştüğü basit dünyevi heveslerin oyuncağı haline geldiler; cenneti garantilemişçesine gevşediler, rehavete daldılar. (Bakara, 111.) Esas görevleri olan manevi olgunlaşma ve insanların gönüllerini imar etmeyi unuttular. Rutin mabet görevlerini yerine getirmekle vazifelerini bi hakkın ifa ettikleri yanılgısına düştüler.
Din adamlarında sonsuzluk iştiyakı, yerini kısa vadeli dünyevi çıkarlara bıraktı. Bunlar, vahyin insana kazandırması gereken aşk, vecd ve ruhsal inkişafı unuttular; onu sadece kural, kaide ve yasaklar mecmuası olarak gördüler. Onların elinde ilahî kelam, gönülleri aydınlatan, ruhları dirilten soluğunu yitirdi; âdeta insanı kıskaç altında tutmak, ona baskı uygulamak için bir kurallar yığını haline geldi.
İnsanı fedakârlığa, hayra, arınmaya teşvik etmesi gereken ibadetler, dünyevi menfaat aracına dönüştürüldü. İrfana, hikmete taşıması gereken ilahî bilgi, dünyevi yarışın, itibar sahibi olmanın bir aracı, ihtirasları tatmin etmenin bir yolu olarak görüldü. Allah aşkının terennümü olan ilahiler, âdeta dillerde içi boş gürültü ve bağrışmalara dönüştü. Din adamları, ilahî kelamın ne istediğini unuttular; tilavet ve tegannisi ile saygınlık kazanma peşine düştüler. Çünkü kalpler, doğruluk ve hakikat arayışından uzaklaşmış; gönüller ötelere olan iştiyakını kaybetmişti.
İnsanlara merhameti, almadan vermeyi öğretmesi gereken din adamları, menfaat olmadan adımlarını kımıldatamaz hale geldiler. Dini sonraki nesillere taşıması gerekenler, dinin sırtında yük, önünde ayak bağı oldular. Herhalde bu, bir dinin yaşayabileceği en büyük talihsizliklerden biri idi.
Din adamları neden bu hale gelmişti? Çünkü dünya tamahı gönüllere sinmiş, ruhlar ebedi güzelliklere nail olma arzusunu yitirmişti. Dışarıdan bakıldığında önemli işler yapıyor görüntüsü veriyorlardı; ancak gerçekte yapılan her şey dünyevi beklentilere göre hesaplanıyor, karşılık olmadan adım atılmıyordu. Din neredeyse onların nazarında sadece tanıtımı yapılan bir reklam nesnesine dönüşmüştü. İnsanlara maneviyat aşısı yapması, madde batağından onları çekip çıkarması gereken bu kimseler, ya para pul ya da iflah olmaz bir sorumsuzluk girdabına kapılmıştı.
Sonuç; Kur’an’ın başlıkta verdiğimiz ayeti, din adamları ile alakalı son derece önemli bir tespiti ve uyarıyı ortaya koymaktadır. Bizim bu tarihi gerçeklikten alacağımız dersler olmadığını söylemek mümkün müdür?