Makale

Mehmed Akif’in Dilinden KUTLU DOĞUM bir gecenin nuru

Mehmed Akif’in Dilinden
KUTLU DOĞUM
bir
gecenin
nuru

Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi

Alemlere rahmet" olarak gönderilmiş (Enbiya, 107) bulunan Peygamber Efendimiz’in dünyayı teşrifleri Müslüman milletlerin edebiyatında olduğu gibi bizim edebiyatımızda da -pek tabiî olarak- ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Peygamber sevgisini terennüm eden eserler ve mısralar, onun doğum gecesine (leyle-i mevlidi’n-Nebî) yönelik duygularla başlar. Bu cümleden olmak üzere İslâm dünyasını acı-tatlı tüm gerçekleriyle kucaklamış, mustarip ve mücahit ruhunda değerlendirmiş, üstelik de hissettiklerini şiire dökerek herkesle paylaşmış olan merhum Mehmed Âkif Er-soy’un, Mevlid Kandili (Kutlu Doğum) ile ilgili yazdıklarını bir arada görmek ve okumak her halde her Müslüman için memnuniyet vesilesi olacaktır. Bu düşünceden hareketle İslâm dünyası için inançla ve tam bir ustalık ve uzmanlıkla/hazâketle yazılmış reçete niteliğinde olan Sa-fahat’ını gözden geçirdik. Âkif merhumun, konuyu beş kez şi’rine mevzu ettiğini, "bir gecenin nuru" ve "şer’i mübîn" ifadeleriyle Hz. Peygamber’i ve İslâm’ı ortak vurgu olarak öne çıkardığını gördük. Bu yıl ki Kutlu Doğum kutlamalarına edebî bir neşve ve renk katmak amacıyla Âkif merhumun Safahat’taki sözünü ettiğimiz beş şiirini -kronolojik akış içinde- bir arada değerlendirmek istedik.
Hemen işaret edelim ki Âkif, bir mevlid yazarı değildir, ama Safa-hat’ı bu görevi de yerine getirmektedir. Çünkü Peygamber Efendi-miz’i çok değişik yönleriyle anlatan ve muhtelif hadislerinden hareketle meselelere ışık tutan mısralar Safa-hat’ı doldurmaktadır. ("Safahat’ın Hadis Zemini" üzerinde yapılacak bilimsel bir araştırma, her hâlde bu konuda tam bir aydınlanma sağlayacaktır.) Zaten Kitap ve sünnet, islâmî Türk Edebiyatı ürünlerinin vaz geçilmez ortak iki ilham/esin kaynağıdır.
Şiirler ve kısa açıklamaları
Âkif, konuyla ilgili ilk şiirini 1910 yılında, doğrudan o kutlu geceye hitaben yazmıştır: Leyle-i Mevlidi’n-Nebî (aleyhisselâm)
Zulmette kalan zemîn-i Şark’a
Saçtın yeniden semâ semâ nûr;
Bir feyz-i azîm var ki sende
Hayran ona bin sabâh-ı mahmur!
Ey leyi devam edip gideydin: Ferdayı da nura kalbedeydin! (Sırât-ı Müstakîm, c. 4, no. 81, s. 41. 12 Rebiüvvel 1 328/24 Mart 1910. Manzume, derginin 1. sayfasında imzasız olarak yayımlanmıştır.)
Âkif, bu manzumede henüz tam olarak uyanmamış bin sabâh-ı mahmûr’un hayran olduğu o büyük ihsan/bağış ve bereket gecesinin (bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi’ni hatırlatan bir anlatım akışı içinde) sürekli olmasını, tüm yarınları aydınlatmasını dilemektedir. Zira Şark’ın / Doğu’nun ve tabiî dünyanın içine düştüğü karanlıktan (zulmet) kurtulmasına kutlu doğumun nuru sebep olmuştur. Gelecek günlere de aynı gecenin nuru gereklidir. Bunun yolu ise böyle bir gecenin sürekliliğini temennî etmektir. Âkif de bunu yapmıştır. Her gecenin kutlu doğum gecesinin devamı olmasını dilemek. İşte alkışlanacak temiz bir yürek. İşte "âmin" denecek güzel bir dilek. Zira Mevlid gecesinin dünyaya tuttuğu ışık ve kazandırdığı nura tüm zamanların ve bütün insanların gerçekten ihtiyacı vardır. Mümin Âkif, o gecenin nurunun sürekliliğini dileyerek, o gecede olup bitenin, kutlu doğumun gerçek mana ve önemini dikkatlere sunmuş olmaktadır.
Bir yıl sonra (1911) Âkif, kutlu doğum gecesini bir soru ile selâmlamaktadır. Bu kez biraz kötümser bir tabloyu itiraf ve tespit anlamına gelen ve yine sürekliliği içeren kısa bir dua ile sözlerini bitirmekte, bize de duasına "âmin" dedirtmektedir:
Leyle-i Mevlidi’n-Nebî (s.a.s.)
On dört asır evvelki meşîmen senin ey leyi,
Bir nûr-i semâ-pâre doğurmuştu, değil mi?
Âğûşunu bir aç: Görelim tayfını olsun...
Sînende nihandır, sanırım, yâd-ı yetîmi.
Yâ Rab, o harîminde yüzen dürr-i yetimin Tâ haşre kadar şer’i yetîm olmasın... Âmin! (Sırât-ı Müstakîm, c. 6, no. 132, s. 17. 14 Rebiüvvel 1329/16 Mart 1911. Manzume, derginin 1. sayfasında imzasız olarak yayımlanmıştır.)
Bugün artık "on beş asır" demek lâzım gelen (Çünkü bu şiirin yazıldığı tarihten hicrî takvimle 97 yıl geçmiştir) bir zaman dilimi öncesinde kutlu doğumun gerçekleştiği gece/mevlid gecesi, semâ/ayparçası bir nurun doğumuna sahne olmuştu. Âkif, işte bu geceye seslenerek "kucağını aç da o nurun hayalini olsun görelim; çünkü eşsiz hatırası sende, sînende gizlidir" demektedir. Daha sonra, o günlerde gelişen olaylardan duyduğu endişeyi bir dua cümlesiyle dile getirmekte, dikkatleri kutlu doğumun bereketine, islâm’a çekmektedir: "Ya Rab, harem dairende bulunan, rahmet ve hıfz u emân deryanda yüzen o eşsiz inci Hz. Muhammed’in getirdiği din, tâ haşre/kıyâmete kadar yetîm/öksüz olmasın." Çünkü Akif’e göre kutlu doğum, islâm ile, İslâm’ın yaşandığı sürece gerçek anlamını ispat etmiş olacaktır. (Şiirdeki yâd-ı yetîm, dürr-i yetîm, yüzmek, yetîm olmak gibi ifadeler arasındaki lâfız ve mana ilişkisi dikkatten kaçırılmamalıdır.)
İki yıl sonra (191 3) Âkif, gelişmelerden duyduğu üzüntüyü/hüznü başlığa çıkarmaktan çekinmemiştir:
Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi (i 2 Rebiülevvel 1331/18 Şubat 1913)
Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,
Aylar bize hep Muharrem oldu!
Akşam ne güneşli bir geceydi...
Eyvah, o da leyl-i matem oldu:
Çiğnendi harîm-i pâk-i şer’in;
Nâmûsa yabancı mahrem oldu!
Beyninde öten çanın sesinden
Binlerce minare ebkem oldu.
Allah için, ey Nebiyyy-i ma’sûm,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
İslâm’ı bırakma böyle mazlum. (Şiir, 14 Rebiülevvel 1331/20 Şubat 1913 tarihli Sebîlürreşad’da yayımlanmıştır.)
2, 7 ve 14 Şubat 1913 günlerinde sırasıyla Be-yazıd, Fatih ve Süleymaniye camilerinde va’z ederek (Bu vaazların içeriği için bk. E. Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, s. 42 Kaynak Yayınları, İstanbul, 2004) birlik beraberlik çağrısı yapan Âkif, 8 Ekim 1912’de başlamış olan Balkan Harbi mağlubiyetinin acılı günlerinde bu şiiri yayımlamıştır.
Mümin gönlünün mağlûbiyet karşısında duyduğu üzüntü ve kırgınlığı, Kerbelâ faciasının sebep olduğu on Muharrem matemiyle birleştiren Âkif, uzun bir süreden beri ayların Muharrem gibi yaşandığını, aydınlık gecelerin bile artık matem gecesi olup çıkıverdiğini, mazlum Müslümanların yaman ve dayanılmaz bir elemi paylaştığını yanık bir anlatım örgüsü içinde Hz. Pey-gamber’e arz etmektedir. Sonra da dinin tertemiz bünyesinin çiğnendiğini, yabancıların milletin iffet ve namusuna musallat olduğunu, çan seslerinin ezân-ı Muhammedi’yi bastırıp minareleri susturduğunu çok açık bir şekilde dile getirmektedir. Bu acıklı durum karşısında mevlid kandilinin nuru Hz. Peygamber’e, "ey Nebiyy-i ma’sum, Allah için İslâm’ı, Müslümanları böyle kimsesiz ve mazlum bırakma!" niyazında bulunmakta, buhranlı zamanlarda yapılması gerekenlerin bir örneğini sunmaktadır.
Âkif merhum konuya ait dördüncü şiirini, uzunca bir aradan sonra (1928) Mısır’da (Hilvan) bulunduğu yıllarda "Bir Gece" başlığıyla, o bir gecenin nurunun serüvenini ya da kutlu doğumu sonuçlarıyla anlatan ve herkesçe bilinen gerçekçiliği ve konuyu damarından yakalayan ifadelerle kaleme almış ve âdeta kutlu doğum etkinliklerine bir program sunmuştur: Hz. Peygamber’i, evet sadece onu, dünyaya ve insanlığa kazandırdığı üstün değerler sistemi İslâm’ı ve islâm Medeniyetini anlatmak...
Bir Gece
On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi, Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi! Lâkin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler; Kaç bin senedir, halbuki bekleşmedelerdi! Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî: Bir kerre, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi; Bir kerre de, ma’mûre-i dünya, o zamanlar, Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi. Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta; Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi! Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin, Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz, Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi! Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma’sûm, Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi! Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi; Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi, geberdi! Âlemlere rahmetti, evet, şer’i mübîni, Şehbâlini adi isteyenin yurduna gerdi. Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep; Medyun ona cem’iyyeti, medyun ona ferdi.
Medyundur o ma’suma bütün bir beşeriyyet...
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.

Akif’in ifadesiyle on dört, bugün ise on beş asır önce, yine bir Rebiülevvel ayının on ikinci gecesinde, ayın on dördü nurâniliğinde bir öksüz doğmuştu. Nice yıllardır bekleyip durdukları bu doğumu, bu kutlu gelişi kimi insanlar, -biri coğrafî diğeri sosyal ve ahlâkî- iki sebepten dolayı hissetmemişler, farketmemişlerdi. Özellikle o günün gelişmiş ülkeleri, günümüze eş buhranlı bir hayat içindeydi, insanlar canavarlaşmış, güçsüz hemcinslerine acımasızca saldıran, yaşama hakkına bile saygı duymayan sömürgen yaratıklar olmuşlardı. Kargaşa, anarşi yeryüzü ufuklarını sarmış, Do-ğu’nun yıkımına sebep olan tefrika/ayrılık derdi onulmaz büyük bir sosyal yara hâlini almıştı. İşte bu sosyal ve insanî çöküntü, o kutlu gecenin nurunun, o biricik zuhurun farkına varmaktan çoğu kimseleri alıkoymuştu.
Âkif merhum, bu tespiti bundan 77 yıl önce yapmıştı. Söz konusu "doğum"un üzerinden ise Milâdî takvimle 1435, Hicrî takvimle 1478 yıl geçti. Ne yazık ki hâlâ bu kutlu gelişi yeteri kadar hissetmeyen, doğru değerlendiremeyen milyarlarca insan var. Hisseden, memnun ve mutlu olan müminler cephesinin içinde de -doğru söylemek gerekirse- çok değişik hatta çelişik duygu, düşünce ve davranışların olduğu acı bir gerçektir. Bu cephe de artık kültürel kirlenme ve savruluş sebebiyle kutlu doğumun getirilerini algılama, içine sindirme ve hayatına yansıtma konularında büyük bir zihnî, fikrî ve fiilî karmaşa içindedir.
Rebîülevvel ayının on ikinci isneyn (pazartesi) gecesi doğan öksüz, kırk yaşına bastığı ve Allah elçisi olduğu açıklandığı zaman dünyada müthiş bir değişim ve gelişim başladı. O sallallahu aleyhi ve sellem, çok kısa zamanda insanlığı kurtuluşa kavuşturdu. Kayser, Kisra gibi yönetici ve yönetimleri dize getirdi. Zayıflar dirildi, yok olmayı aklından bile geçirmeyen zalimler ise yere serildi. Çünkü o öksüzün getirdiği din, kurduğu sistem âlemlere rahmetti. Adalet isteyenleri koruma kanatlarının altına aldı. Böylece dünya yepyeni bir doğuşu ve oluşu temsil eder hâle geldi. Bu yüzden dünya "değer" olarak neye sahipse, hepsi onun eseridir. Dolayısıyla fertler de toplumlar da hep ona medyundur. Bütün bir insanlık, o masum’a, geçmiş ve gelecek hataları bağışlanmış o son Peygamber’e borçludur.
Hemen işaret edelim ki bu köklü ve büyük gelişmeyi Vesîletü’n-necât yazarı Süleyman Çelebi (ö. 1422) de "Geldi o nûr, gitti âlem zulmeti" (N.
Pekolcay, Mevlid, s. 64, Ankara, 1997, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan) diye özetlemiştir.
Âkif, işte tam bu noktada inanç ve tanıklığını da dile getirmekte ve "Ya Rab, bizi mahşerde de bu ikrar ile hasret/dirilt" diye, Kutlu doğum’u âhiret boyutuyla nasıl özümsemiş olduğunu ortaya koymaktadır.
Hiç kuşkusuz bu yaklaşım, Kutlu doğumu tüm boyut, kapsam ve aydınlığıyla kavramış olmanın ümit ve huzur veren göstergesidir. Âkif, böylesi bir gönül rahatlığı içindedir. Doğrusu bu konum Akif’e ve onun duygularını paylaşanlara pek yakışmaktadır.
Kutlu Doğum Haftası faaliyetlerinin böylesi mutlu bir sonuca erişmekte insanımıza yardımcı olması, bu haftayı gereği gibi değerlendirmiş olmak demektir. "Bir Gece" de zaten bu takdirde bize rahmet ışıklarıyla tecelli edecektir.
Mehmed Âkif kutlu doğuma yönelik beşinci ve son şiirinde, (Bk. Safahat, s. 458) biraz daha durulmuş bir hâlet-i ruhiye içinde konuyu değerlendirmektedir:
Mevlid-i Nebî
Ne lâhûtî geceymişsin ki teksin sermediyyette;
Meşîmenden doğan ferdaya hayranım, ne ferdadır!
Işık nâmiyle vicdanlarda ondan başka bir şey yok;
O bir sönsün, hayât artık müebbed leyl-i yeldâdır.
Perîşan sözlerimden bıkma, hoş gör, yâ Resulellah,
Kulun şeydâdır amma, açtığın vadide şeydâdır. (Şiirde geçen bazı kelimelerin anlamları: Lâhûtî, ilâhî, tanrısal; sermediyyet, süreklilik; yeldâ, uzun ve karanlık gece; şeydâ, sevinçten deli divâne olmuş kimse.)
Âkif bu manzumesinde yine o kutlu geceye seslenerek, ona yönelik duygularını, bilhassa o gecede doğmuş olan İslâm günlerine hayranlığını şiir kurgusu içinde ustaca ve dürüstçe dile getirmektedir.
Vicdanların aydınlığı o gecenin ışığını yansıtır. Eğer kutlu doğum ışığı/nuru sönecek olursa hayat, uzun ve karanlık bir geceden ibaret kalır.
Âkif o ışığa yönelik değerlendirmelerini, o nurun ihtişamı karşısında "perişan sözler" olarak nitelemekte, Hz. Peygamber’den, sözlerinden bıkmamasını, hoş görmesini dilemekte, dolayısıyla da yazar-çizer takımına tevazu ve edep dersi vermektedir. Kendi durumunu da "kölen sevinç içindedir ama bu, gösterdiğin yolda olmaktan doğan bir sevinç ve mutluluktur" diye belirtmekte; gerçek mutluluğun, Müslümanlık vadisinde bulunmaktan ileri geldiğini kesin bir şekilde ifade etmektedir.