Makale

Allahüekber Dağları’nda Kana Can Vermek

Allahüekber Dağları’nda Kana Can Vermek

Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şamil BAŞ
RTE. Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

toprak nasıl döner insana
ve nasıl düşer toprağa insan…

Dağılan tespihin taneleri gibi dizildiler, sarıldılar Allahüekber Dağları’na. Yürüdüler, ardında bırakarak çocuklarını, bırakarak vedalaşmayı ana yüreğine yürüdüler. Namaza duran yürekler gibi yola durdular saf saf, sırattan geçer gibi geçtiler geçitlerden, sılaya döner gibi yürüdüler koynunda koca dağların.

Dağ mahzundu. Dağ emrolunduğundan azat ağladı bütün gece. Aguşunu açtı kendinden olanlara. Zirvesine ölüm kere ölüm düştü dağların. İnsana dönen toprak toprağa düşüyordu. Dağ, dağlarını içine alıyordu. Dağın kalbini dağlıyordu her susamış.

Ey kâri, ey bu kültürün bu mirasın evladı, ey şehit yadigârı çocukların torunu; sana Aralık 1914 - Ocak 1915 tarihleri arasında cereyan eden ve adı tarih sayfalarında “Sarıkamış Harekâtı” olarak geçen Osmanlı-Rus savaşı için Sarıkamış’a yürüyen bir orduyu nasıl anlatabilirim? Dört bir cepheden ablukaya alınan, dünyanın yok etmek için uğraş verdiği vatan topraklarının Sarıkamış cephesinde yaşanan o elim hadiseyi yüz yıl sonra sana nasıl hissettirebilirim? Yıllarca saklanan tarihî gerçekleri gün yüzüne çıkartarak mı? Daha 93 Harbi’nin ağır yenilgisini üzerinden atamamışken bir askerî harekâtın zaaflarından, çıkmazlarından, hazin sonun öngörülemeyişinden yakınarak mı? Derlenip toparlanmaya çalışan harap ve bitap düşmüş orduya zaferle dönmesi için erken açılan bir cephede yoklukla mücadele adına yeni görevler yükleyenlerden emir komuta zincirinde bahsederek mi? Bir çığ gibi büyüyen sorunların gürültüsünde İslam’ın önderliğini müttefik kabul ettiklerimize verenleri yargılayarak mı? Sebeplerden sonuçlardan ve tarihî perspektiften deliller getirerek mazinin yanılgı manevrasına haklılık çıkartarak mı? Nasıl anlatabilirim?
Sana Sarıkamış’a varamadan şehit düşen binlerce askerin hatırasını kelimelerin kifayetsizliğiyle nasıl resmedebilirim? Üç bin metre rakımda yolsuz izsiz bir kar çölünü andıran Allahüekber Dağları’nda hedefine varamadan eriyen bir kolorduyu nasıl izah edebilirim? Buna ne akademik üslup ne de şiirin dili imkân verebilecek. Biliyorum. Biliyorum ki tarihin yıllarca üstünü örterek yazmadığı acıyı ağıtlar nesilden nesile aktarılan taptaze bir hüzünle “ateşe dönen dünya”nın kalbine yüklemiştir. Ey kâri, harekât dediğimiz şey “belli bir maksatla askerî birlikler tarafından gerçekleştirilen bir yürüyüş” müdür sadece?
Onlar ki yürüdüler… Allah için yürüdüler. Yürümeye anlam katmak için yürüdüler. Adım adım bir dağı aşmak için yürüdüler. Yürüyüşün künhüne varmak için yürüdüler. Yolu yarıda bırakmanın vatanı düşmana bırakmak olduğunun bilinç ağırlığıyla yürüdüler. Aşmaya çalıştıkları dağın adını zikrederek yürüdüler. Dağı sarıp sarmalayan kendilerinin açtıkları yollardan ağır ağır yürüdüler. Titreyen ellerle, hissedilmeyen parmaklarla, buz tutmuş bıyıklarla, bit dolu göğüslerle, moraran tabanlarla, tifüsün mecnun eden hararetiyle ardına bakmadan; Rus toplarına, güllelerine aldırmadan yürüdüler. İnsanı aşan karda karlı dağlar aşmak için yürüdüler. Yürüdüler sırrına mazhar olmak için ölmeden önce ölmenin.
Yürümek hayatta kalmaktı. Yürümek savaşmaktı. Yürünmese nasıl aşılırdı dağ. Dağlar nasıl geçit verirdi iz bırakmasa ayaklar. Karların ak gövdesine dokunmasa ayaklar kapılarını nasıl açardı dağlar. Sarıkamış’a varmak düşmanı yormak demekti. Sarıkamış’a varmak İstanbul’u korumaktı. Allahüekber Dağları’nı adımlamak Çanakkale’yi geçilmez kılmanın ilk adımıydı. Emir demiri keserdi elbet. Dağın ardı düşman… Dağın ardı işgal… Nasıl aşılır bir dağ ve nasıl kurtarılır düşman elinden vatan?
Ömründe kar görmemiş mecalsiz bedenlerini vuslat yurduna aşırmak için yürüdüler. Kimi susuz toprakların nasırlığını kimi yosun kokan dalgaların sesini kimi yüzünde güneşin yanığını taşıyarak çıkmıştı yola. Dağılan tespihin taneleri gibi dizildiler, sarıldılar Allahüekber Dağları’na. Yürüdüler, ardında bırakarak çocuklarını, bırakarak vedalaşmayı ana yüreğine yürüdüler. Namaza duran yürekler gibi yola durdular saf saf, sırattan geçer gibi geçtiler geçitlerden, sılaya döner gibi yürüdüler koynunda koca dağların. Doruğundan eteğine gelin gibi süslenen dağ. Dağ ki Allahüekber. Dağ ki tekbir getiriyordu. Gittikçe ve yürüdükçe büyüyen. Titriyordu yerle gök. Gözleri yakan bir beyaz çekmişti yerle göğün arasına Yaradan. Bakmak bile acıtıyordu.
Allahüekber Dağları’nın sessizliğini tekbirler bozdu. Dağ geçit vermiyor diye haykırdı asker. “Söyle” diyordu “Sarıkamış’a nasıl gidilir, Sarıkamış yolunu neden kapamış bu kar?”. Yırtılmış gömleklerin içine bir kar tanesi düştü. Delinmiş çarıklardan bir parça daha koptu. Namlulara ayaz, süngülere kar düştü kat kat. Bir satır vasiyet yazamadan henüz kalem kırıldı, kâğıt ıslanıp düştü. Bir kuru ekmek dilimi küfünden mahcup düştü. Matarada buz kesilen sular çatlayıp düştü. Bir asker devrildi beyazın kucağına. Bir kar tanesi daha düştü dağın yamaçlarına. Allahüekber’in kucağına sığındı bir asker daha. Kimsesizlerin kimsesine yürüdü bir kimsesiz asker daha. Bir dağ görmemiş asker daha erip eridi dağ vuslatına. Melekler buna şahitti evet ve dirilen yüreğiyle askerler buna şahit.
Bir sızı, bir hissizlikle geliyordu ölüm. Önce parmaklar, ardından bilekler ve yere düşüşü dağ gibi yüreklerin. Hele bir soluklanayım derken belden aşağısı buz kesilen askerler artık yürüyemediler. Kalkmak istediler kalkamadılar. Yürek savaşmak istedi gidemediler. Ruhları haykırmak istedi konuşamadılar. Soğuk keskin bir bıçak gibi ayırdı bedenle ruhu. Gecenin kar beyazında ağırlaşan bedenlerine aç kurtlar saldırdığında kovamadılar. Gördüler ama hissedemediler donmuş ayaklarının yem olduğunu. Gördüler kar beyazında al kanlarını. Düşmana değil soğuğa, hastalığa ve vahşi çenelere yenildiler. “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zaferle” yenik düştüler. Uyku ile uyanıklık arasında, ölümle hayat arasında, solukla soluksuzluk arasında, üşümekle ısınmak arasında, gitmekle kalmak arasında, ruh ile beden arasında, Allahüekber’le Sarıkamış arasında işte tam orada derin ve dinmeyen bir ıstırap içinde donup kaldılar.
Biraz önce biraz sonra… Şüphesiz her nefis ölümü tadacaktı. Ama nasıl, ne şekilde... Değil mi ki şerbete benzetilir şahadet. Değil mi ki yetişir imtihan dünyasının susamışlığına. Yetişir son nefese. Yetişir diri kalmak için; rızıklandırılacağı cennete girmek için, ölümsüzlük için yetişir şahadet. Kanamamak, şehit olma arzusu taşırken sağ kalmaktı. Ertelemekti susayışı. Emri sorgulamanın ne yeriydi ne zamanı. Değil mi ki peygamber yadigârı ne güzel bir arzudur savaşıp öldürülmek Allah yolunda; sonra tekrar dirilip savaşarak tekrar öldürülmek; yine dirilip yine öldürülmeyi istemek. Ki Allah müminlerden mallarını ve canlarını kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştı. Can ve gönül bu iştiyakla doluyken sıcak yatağında ölmek istemediler. Yürümüşlerdi. Şahadet şerbetini içmek için, her adımda biraz daha kanmak için yürümüşlerdi.
Dağ mahzundu. Dağ emrolunduğundan azat ağladı bütün gece. Aguşunu açtı kendinden olanlara. Zirvesine ölüm kere ölüm düştü dağların. İnsana dönen toprak toprağa düşüyordu. Dağ, dağlarını içine alıyordu. Dağın kalbini dağlıyordu her susamış. Zaman ve mekân birbirini kucaklıyordu. Lapa lapa, sulu sepken kar yağıyordu. Göğün kapısı aralık; toprağın elbisesi bir kar ocağı. Dağ ki usul usul örttü bedenlerini. Örtündü hüznü, örtündü binlerce şahadet bereketini Rahmanın derin bir sessizlikle. Güneş açtığında perdesini baharın ve eriyince kardan kefeni dağların yeniden doğmak için, yeniden toprağa düşmek için, buradayız demek için naaşı kar beyazı askerler buzdan bir anıt gibi aylarca baharı beklediler toprağa girmek için.
Ey kâri, ey şehit yadigârı annelerin torunu, söyle! Unutulmak için zaferle sonuçlanmayan bir yürüyüşte şehit olmak mı gerekir? Asırlardır sinesinde yaşanılan vatan uğrunda can verenlerin bir avuç toprağı neresidir? Sarıkamış için yola çıkan on binlerce askerin mezarı nerededir? Bilinmez değil elbet. Adında saklıdır bir anıt gibi yükselen Allahüekber Dağları’nın. Tarih yazmasa ne çıkar. O şehitler ki şimdi Allah’ın indinde ağıtların dilindedir. O halde şimdi kimdir ölü diyecek kana can vermeyi öğretenlere!