Makale

Avrupa’daki Cami Kundaklamaları ve İSLAMOFOBİ

Avrupa’daki Cami Kundaklamaları ve
İSLAMOFOBİ

Prof. Dr. Hüseyin YILMAZ
Dinler ve Kültürler Arası İlişkiler
Daire Başkanı V.

Günümüz dünyasında nerdeyse hiçbir coğrafyada homojen bir topluluk kalmamıştır ve giderek bu durum daha da karmaşık bir hâl almaktadır.
Avrupa’da son zamanlarda İslamofobi olarak adlandırılan olaylarda giderek bir artış eğilimine tanık olunmaktadır. Müslümanlardan ve İslam’dan korku ve kaygı duymaktan, İslam düşmanlığına evrilen bu süreç hem Avrupa’da yaşayan Müslümanlar açısından hem de sağduyulu Avrupalılar açısından büyük bir kaygıyla karşılanmaktadır. Çünkü âdeta bir kampanya şeklinde ortaya çıkan bu olaylarda Müslümanlara yönelik kin ve nefret yüklü bir karşıtlık duygusunun tezahürleri sergilenmektedir. Öyle ki, son günlerde Almanya’da düzenlediği İslam karşıtı toplantılarla öne çıkan radikal sağcı PEGİDA hareketinin adı bu açıdan oldukça anlamlıdır: “Batının İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar.”
Batı dünyasında Müslümanların Hristiyanlarla bir arada yaşamaları İslam dünyasından gerçekleşen çeşitli göç olaylarıyla başlamıştır. Göçle birlikte farklı ülkelerden farklı kültürlerden gelen özellikle de işçi olarak göç eden Müslümanlar gerek gittikleri ülkelerin kültürlerini kendi dünyalarında anlamlandırma açısından gerekse kendi dinlerini o ülkelerin insanlarına aktarma açısından yeterli düzeyde donanımlı değillerdi. Bununla birlikte gittikleri ülkelerde başlangıçta yerli kültürlerle Müslümanların olumlu ilişkiler kurmayı başardıklarını söyleyebiliriz. Ancak 11 Eylül 2001 saldırısından sonra Müslümanlara karşı önyargı ve nefrete dayalı bir propagandanın arttığı görülmektedir.
Bu süreçte İslamofobinin derinleşmesine yönelik Batı dünyasında birçok önyargının da tedavüle sokulduğuna tanık olunmaktadır. Genellikle İslam’ın aleyhine bir dizi yanlış iddialar olarak özellikle medya aracılığıyla işlenen temaların Batılı temel değerlerle karşıtlık düzleminde formüle edildiğini görmekteyiz. Bu İslamofobik temaları şu şekilde özetlemek mümkündür: İslam bir din olmaktan çok şiddeti teşvik eden bir ideolojidir; diğer kültürlerle ve özellikle Batı kültürüyle ortak bir yanı yoktur; değişime, ilerleme ve gelişmeye kapalıdır; cinsiyet ayrımcısı; saldırgan ve şiddet yanlısı olduğu için medeniyetler çatışmasını teşvik etmektedir ve bu nedenle de demokrasi ve insan haklarıyla da sorunlu bir ilişkisi vardır. Görüldüğü gibi bu yaklaşımlarla İslam âdeta Avrupalı olan bütün değerlerin karşıtı olarak sunularak İslam düşmanlığı için bir alt yapı oluşturulmaya çalışmaktadır.
Avrupa’da bir kısım çevrelerin İslam’ı bu şekilde tanıtmayı kendilerine görev addettiği de görülmektedir. Öte yandan bu tanıtımın yaygınlaştırılarak kitlelere mal edilmesi açısından en baskın rolü medyanın icra ettiği aşikârdır. Özellikle sanal medyada İslam’la ilgili Batı dillerinde yapılan aramalarda çoğunlukla şiddet ve terör içerikli sonuçlar karşımıza çıkmaktadır. Esasen İslam dünyasında da buna paralel olarak el-Kaide ve Işid benzeri birçok örgütün bu algıyı destekleyecek bir hayli malzeme sunduğu da ayrıca dikkat çekicidir. Bu noktada son zamanlarda terör odaklı bu tür örgütlere Batı dünyasından gittikçe artan oranlarda yüksek katılımın gerçekleşmesi de düşündürücüdür. Bu durum bir bakıma Batı dünyasındaki entegrasyon politikalarının iflası anlamına gelmekle birlikte başka bir açıdan İslamofobinin sonucu ortaya çıkan bir tepkiselliğin yan ürünü olarak da yorumlanabilir.
Esasen Avrupa Hıristiyan geleneğinde çokkültürlü ve çok dinli bir dünyada yaşama tecrübesinin yeni olduğunu ve göçlerle birlikte başladığını söyleyebiliriz. Daha önce diğer dinlerle birlikte yaşamak bir yana kendi dinlerinin içerisindeki farklı mezheplere karşı acımasız bir tarihî miras devralan Avrupa deneyimi ile karşılaşmaktayız. Diğer dinlerle ilişkileri ise Endülüs örneğinin bizlere gösterdiği gibi gerek Müslümanlar gerekse Yahudiler açısından tam bir sürgün ve soykırım şeklinde sonuçlanmıştır. Bu nedenle bir bakıma Avrupa’da Modern Dönemde ortaya çıkan eşitlik ve çoğulculuğa dayalı kültürün, bu eski düşmanlıkları sonlandıran bir çözüm olarak ortaya çıktığını görmekteyiz. Bu durum aynı zamanda sömürge kültürünün ortaya çıkardığı insani birçok dramın yükünden de Batılı zihni arındırmaya günahlarından dönmeye kapı aralayan bir imkân olarak işlev görmüştür.
Ancak öyle görünüyor ki Batı dünyası geleneksel kodlarında bulunan ötekine karşı önyargılı, ırkçı ve tahammülsüz tutumuna dönüş yoluna koyulmaktadır. Çünkü İslamofobi Batı dünyasında İslam’ı öteki olarak yeniden inşa ederek âdeta kendi varlığını bu algı üzerinden tahkim etmektedir. Oysa modern Avrupa’nın oluşturduğu çağdaş değerler açısından konuya yaklaştığımızda çokkültürlülük ve öteki, farklı olana özgürlük ve hoşgörü ile yaklaşma Batılı değerlerin başında gelmektedir. Dolayısıyla bir anlamda İslamofobi Modern Avrupa medeniyetinin oluşturduğu değerlerin inkârı olarak işlev görmektedir.
Burada Avrupa’da Müslümanlara yönelik yerleştirilmeye çalışılan önyargıların dışında daha somut bazı gerekçelere de dikkat çekmek gerekmektedir. Her şeyden önce Avrupa’ya göç eden Müslümanların giderek orada kalıcı olmaya başladıkları görülmektedir. Bu kalıcılık aynı zamanda daha farklı alanlarda Müslümanların kendilerini göstermelerine yol açmış ve onları sadece işçi olarak görmeye alışmış Avrupalılar için şaşırtıcı ve yadırgatıcı olmaya başlamıştır. Dolaysıyla zengin, işçi olmaktan öte işveren olan ve eğitimli Müslümanlar ile karşılaşmaya başlamak Avrupalılar için kendi ülkelerini eşit haklarla paylaşmaya başlayan yeni komşular anlamına gelmektedir. Bunu kabullenmekte birçok Batılı insanın güçlük çektiği anlaşılmaktadır. Bu bakımdan Müslümanların göç ettiği ülkelerde vatandaşlık elde ederek yerleşik olmaya başlamalarını, eğitim, ekonomi ve siyasal alanda eşit haklar elde etmelerini özümsemekte birçok Avrupalının zorlandığı görülmektedir.
Öte yandan Avrupa’da Müslüman nüfusunun artması ve yerli nüfusun giderek yaşlanması, gelecekte Müslümanları çoğunluk durumuna getireceği şeklinde korkutucu bir senaryo olarak sunulmaktadır. Avrupa siyasetinin buna çözüm olarak asimilasyon siyasetini devreye sokmaya çalıştığını görmekteyiz. Buna direnen ve kendi kimliği ile Avrupa’da var olmak isteyen Müslümanlar ise bu defa uyumsuz ve çatışmacı kişilikler olarak karşılık görmektedir. Ancak göçmenlere bu açılardan karşı çıkmanın rasyonel bir açıklamasını yapmak mümkün olmadığından, Müslümanların Avrupa’nın “öteki”si olarak belirlendiğini, tepki ve karşıtlığın da din üzerinden gerçekleştiğini görmekteyiz. Böylece âdeta dinî farklılık üzerinden ortak bir Avrupa Milliyetçiliği oluşturulmaktadır. Tepkinin odaklandığı merkez olarak da Avrupa’da Müslüman göçmenlerin ortak mekânları olan camiler seçilmektedir. Camilere karşı yapılan saldırılar bütün Avrupa ülkelerinde benzer şekilde gerçekleşmektedir. Son yıllarda artarak devam eden bu saldırılar basit adli vakalar olarak değerlendirilmektedir ve şimdiye kadar herhangi örgütlü bir yapı ortaya çıkarılmamıştır. Öyle ki sadece 2014 yılında Avrupa genelinde kayıtlara geçen fiili cami saldırıları yüzlerle ifade edilmektedir.
Bütün bunlara rağmen Batı’da, İslam’ın Avrupa’nın bir parçası olduğunu ifade eden siyasetçilere de rastlamaktayız. Benzer şekilde Müslümanlara karşı yürütülen nefret söylemini kınayarak karşı çıkan ve Avrupa’nın çağdaş değerlerini tutarlı bir şekilde savunan sağduyulu bir kesimin giderek Müslümanların temel haklarını savundukları görülmektedir. Bu kesimin temel insan hakları ve özgürlükler konusunda Müslümanların yanında yer almaları Avrupalı değerlere tutarlı ve ilkeli olarak sahip çıkmak anlamına da gelmektedir. Ancak burada konuya bütünsel olarak yaklaştığımızda temel sorun, Avrupa’da aşırı sağ siyasette örgütlenme eğilimi gösteren ırkçılık ve İslamofobinin giderek siyasetin merkezine taşınması ya da marjinal olmaktan çıkarak çoğunluk düzeyine yükselme eğilimi göstermesi şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Sonuçta aşırı uçlar birbirini besleyerek karşılıklı olarak varlık nedeni hâline geldikleri için Avrupa’daki ırkçılığın artışı, Müslüman göçmenler arasında da radikal akımlara zemin oluşturmaktadır. Esasen İslam dünyasının birçok noktasında halkın kendi demokratik tercihlerinin görmezden gelinmesi, dış müdahaleler ve Filistin meselesinin çözümsüzlüğe mahkûm edilerek sürekli kanayan bir yara olarak varlığını sürdürmesi ve bölgesel yerel birçok özel durumlara bağlı olarak yaşanan derin sorunlar, küreselleşen dünyada bütün dünyadaki Müslüman kesimleri etkilemektedir. Bütün bu durumlar aynı zamanda ister istemez tepkisel bir radikalliğin beslenme kaynaklarına dönüşmektedir.
Bundan sonraki süreç dünyada çok dinli ve çok kültürlü toplumların birlikte yaşama konusunda önemli bir sınavdan geçeceğini bizlere göstermektedir. Günümüz dünyasında nerdeyse hiçbir coğrafyada homojen bir topluluk kalmamıştır ve giderek bu durum daha da karmaşık bir hâl almaktadır. Dolayısıyla insanların barış içinde yaşamaları, farklı dinler ve kültürlerle birlikte yaşama pratiklerini geliştirmelerine bağlı olarak gerçekleştirilebilecek bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun yolu da her şeyden önce her topluluğun kendisini tanımladığı şekliyle kabul edilmesine ve onların yaşayış ve kültürlerine müdahale edilmemesine bağlı görünmektedir. Öte yandan farklı dinî grupların da birbirlerini ötekileştirmekten çok, birlikte yaşama ahlakı ve hukuku konusunda kendi mensuplarını teşvik etmeleri gerekmektedir. İslam dünyasının kendi dinî referanslarının yol göstericiliği ve tarihî tecrübesinin rehberliği ile bu konuda bütün dünyada öncü rol oynaması gerekmektedir. Bu durum bir taraftan dünyanın bütün Müslümanlarına, kendi tarihî birikimlerini anlama ve keşfetme açısından bir imkân sunarken, diğer taraftan, medeniyetler çatışması, İslamofobi, ırkçılık ve nefret söylemleri gibi eğilimler gösteren muhataplarına, bu olumsuzlukların bertaraf edilmesi konusunda yardımcı ve yol gösterici olacaktır.