Makale

Prof. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı ile Söyleşi

Prof. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı:

“Osmanlıcanın bizim hayatımızdan çıkmış olması, tarihçi damarımızın daha kuvvetli hâle gelmesini önlemiştir.”

Söyleşi: Kâmil BÜYÜKER

Popüler tarihin, tarih gerçeklerinden uzaklaştığı hususlar hep Osmanlıcayla bağlantının iyi kurulamaması ile ilgilidir. Çünkü tarihçilik belge ile yapılır. Siz belgeleri okuyamaz da başkalarının yorumu üzerine tarihçilik yapmaya çalışırsanız, doğruyu yakalama şansınız pek fazla yoktur.

Özellikle son dönemlerde güncel tartışmaların ve televizyon yapımlarının da etkisiyle tarihî şahsiyetlere ve tarihe karşı bir ilgi ve rağbet oluşmuş durumda. Buradan hareketle tarih kitapları, tarih dergileri de revaç bulmakta ve ilk sıralara çıkmakta… Bu vakıayı nasıl yorumlamalıyız? Bu noktadan hareketle tarih okumalarımız, kalıcı ve sıhhatli okumalar mıdır? Bu durumun artıları ve eksilerini konuşabilir miyiz?
Aslında Türkiye’de tarih deyince genellikle ezber akla geliyor ve bizim normal lise tahsili görmüş ve daha sonra üniversiteye bir şekilde özelliklede sosyal bilimlerin dışında bir alan seçmiş olan kime sorsanız tarih deyince ezber anlaşılır. Hâlbuki hayatın gidişatına baktığımız zaman mesela Türkiye’de en çok yayınlanan uzun soluklu dergiler mesela tarih dergileridir. Yani hemen hemen her dönemde tarih dergisi olmuştur ve bunlar çoğunlukla akademik değil popüler tarih dergileridir. Yani halkın bir anlamda tarihle ilgisi var. Zaten tarihle ilgimiz doğumda başlıyor, vefata kadar sürüyor. Hatta vefattan sonra da sürüyor; çünkü bizim kültürümüzde mezar taşı hem ayrı bir sanat hem önemli bir kültür hafızamız. Biz bunları muhafaza etmeye de önem vermişiz her zaman. Çünkü tarih, bize medenî yaşamayı öğreten bir ilimdir.
Tarihle irtibatımızın sıhhatli yürümesini bozan ya da kopma derecesine sürükleyen başka ne gibi sebepler var sizce?
Burada tarihle ve tarihçiliğimizde ilgili sıkıntılarımızda Osmanlıcanın bizim hayatımızdan bir şekilde çıkmış/çıkarılmış olması, tarihçi damarımızın daha kuvvetli hâle gelmesini önlemiş olma ihtimali yüksektir. Yani popüler tarihin, tarih gerçeklerinden uzaklaştığı hususlar hep Osmanlıcayla bağlantının iyi kurulamaması ile ilgilidir. Çünkü tarihçilik belge ile yapılır. Siz belgeleri okuyamaz da başkalarının yorumu üzerine tarihçilik yapmaya çalışırsanız, doğruyu yakalama şansınız pek fazla yoktur. Bu bakımdan gündemimizde olan Osmanlıca tartışmalarını bizim geçmişi daha iyi anlamamız ve geleceğe daha doğru bakabilmemiz açısından fevkalade buluyorum. Mesela bizim şu anda Osmanlı’nın kuruluşu, Selçuklu dönemi arkeolojisini canlandırmamız gerekiyor. Tarihçiye burada malzeme vermemiz gerekiyor. Ama Türkiye’de arkeoloji dendiği zaman genellikle Yunan ve Roma arkeolojisi veya Bizans arkeolojisi anlaşılıyor. Hâlbuki bizim yoğunlaşmamız gereken dönemlere ait birçok çalışma yapılması gerekiyor. Buna “İslam arkeolojisi” diyebiliriz, “Orta Çağ arkeolojisi” diyebiliriz. Yani bu sadece Anadolu için geçerli değildir. Peygamber Efendimiz’in yaşadığı İslamiyetin ilk döneminin hatırasını taşıyan Mekke ve Medine’de de bu arkeolojiyi geliştirmemiz gerekiyor. Çünkü biz dünkü hayat konusunda bilgi sahibi olmazsak bugünü yakalama şansımız yok. Bu bir taraftan akademik tarihçiliğin konusudur. Bu arada popüler tarihi önleme şansımız yok. Mesela yayınlanan bir dizi, Kanuni’yi ve aslında Osmanlı’yı gündemimize getirdi. Bu dizi ortaya çıkmadan önce yazılmış olan sadece Kanuni ve dönemi ile ilgili kitap sayısı bu diziden sonra yüzde 200-300 hatta yüzde 500 arttı. Bu tabi bilinmeyen birçok şey anlamına geliyor. Diğer taraftan tarihin aslında toplumun hafızasında ilgi duyulması gereken bir şey olduğu hususu geliyor. Yani biz tarihin o tarafıyla kesin bir ilgiyi kurmamız gerekiyor. Onun için bu dizi Osmanlı’yı, en önemlisi Kanuni’yi yansıtmıyor. Çünkü Kanuni, Osmanlı tarihinin en uzun süre hükümdarlık yapmış padişahı. 46 yıl miladi takvime göre hüküm sürmüş bir başka Osmanlı padişahı yok. Diğer taraftan Kanuni döneminin önemli bir özelliği de 17 tane büyük sefere çıkmış ve en son seferi Zigetvar’da hayata gözlerini yummuştur. Bu dönem büyük başarılarla geçmiş ve Osmanlı devleti aslında dünyadaki her olaya müdahil olmuştur. Öyle ki Afrika içlerinden Hindistan’a kadar, Avrupa’nın en uzak köşesinden, Asya’nın içlerine kadar her bölgede Osmanlı müdahil olmuştur. Kanuni ile ilgili bu dizi bizi yansıtmıyor fakat bu dizilere karşı çıkmak tenkit geliştirmek bir çözüm değil. Bizim Kanuni’yi daha iyi anlatacak film yapmaya yoğunlaşmamız lazım. Bu illa Tv ekranı olmuyor. Bilgisayar ekranına da bizim hükmetmemiz lazım. Onun için bizim geleneksel anlayışımızı muhafaza ederek Peygamber Efendimiz’i, annelerimizi “ümmühatü’l mümin”ini hiçbir şekilde görünür hale getirmeden filmler yapmamız lazım. Mekke’de Medine’de çekim imkânı olmasa da birtakım platformlar kurmak suretiyle Hz. Peygamber’in mesajını ve mücadelesinden başlayarak aslında İslam’ın tarihî serüvenini aktarmamız lazım. Bir de unutmamamız gereken en önemli husus şudur İslam medeniyetinde var olan her şeyin bir çekirdeği Hz. Peygamber zamanında vardır. Onun için, ortaya çıkan her yeni kurumun mutlaka bir geri planı vardır. Aslında tarihin bu açıdan da meselelerle bir bağlantısının olduğunu unutmamamız lazımdır.
İşin sağlamasını yaparsak hocam, okunan eserler bizi işin kaynağına, menbaına götürmediği takdirde doğru tarih okumaları yapmış olamıyoruz diyorsunuz yani… Belki de o okumalar sizi direkt Osmanlıca metinlere, belgelere götürmesi lazım öyle değil mi?
Tarihin bizim için ne kadar gerekli olduğunu veya tarihten ne anlamamız gerektiğini Yahya Kemal “Ezan-ı Muhammedî” şiirinde ne güzel ifade etmiş:
Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî
Kâfi değil sadâna cihân-ı Muhammedî
Sultan Selim-i Evvelî râm etmeyip ecel
Fethetmeli idi âlemi şân-ı Muhammedî
Gök nura gark olur nice yüz bin minareden
Şehbal açınca ruh-i revân-ı Muhammedî
Ervâh cümleten görür Allahu Ekberi
Aks eyleyince arşa lisân-ı Muhammedî
Üsküp’de kabr-i mâdere olsun bu nev-gazel
Bir tuhfe-i bedî’ u beyân-ı Muhammedî
Bakın burada ezan var. Ezanın ortaya çıkışı var. Hz. Peygamber’in her an anılması var. Yavuz Sultan Selim’in erken hayatını kaybetmesine üzüntü var. Çünkü tarih hiçbir zaman retorik değildir. Hani şöyle olsaydı böyle olurdu deme hakkımız yok. Çünkü tarih, olmuş bitmiştir. Biz bir de şuna inanıyoruz: Allah’tan başka hiçbir şey ebedî değil. Yani her şeyin mutlaka bir sonu var. Aslında bu, semavi kitapların insanoğluna öğretmiş olduğu önemli hususlardan birisidir. Antik çağda tarih, bir hikâye olarak ve bir de sonsuz olarak görülüyordu. Yani antik çağda bir kere sonsuzluk fikri hâkim. Ama semavi kitaplar Allah’tan başka her şeyin sonunun olduğunu öğretti insanlara. Her şeyin bir sonunun olduğunu öğrenince insanlar, sonu olan bir şeyin mutlaka başının olması gerektiğini de öğrenmiş oldular. Tarih, bu bakımdan bilinmesi gereken önemli bir husustur. Tekrar Yahya Kemal’e dönersek, mesela tarih şuuru kazandırmaya çalışmış olduğu özellikle Atik Valide etrafındaki tasvirine. Aslında Yahya Kemal orada birde şunu öğretmek istiyor: Gündelik hayatımızın içerisinde yaratıcının rızasına uygun hareket etmek gerektiği fikrini bizim ondan zaman zaman kopuşlar yaşayacağımızı bu kopuşlar yaşamamızın da gelenekten ayrılmamız anlamına geldiğini anlatmaya çalışıyor. Yani biz tarihten koparsak bu gelenekten kopmak anlamına geliyor. Biz gelenekten koptuğumuz zaman problemlerimiz çözümsüz hâle geliyor. Her milletin geçmişiyle yaşadığı coğrafyayla ilişkili olan birtakım kültürel değerler vardır. Aslında bu değerler, dini daha iyi yaşamamız ve Allah’ın rızasını kazanmamıza vesile olması bakımından önemlidir. Mesela mezar taşına da bu anlamda bakmak lazım. Değilse öbür türlü netice itibarıyla o bir taştır. Biz ona o gözle bakıyoruz. Şimdi nasıl Kıbrıs ve Müslümanlık deyince akla, hâlâ Sultan geliyorsa; İstanbul İslam meselesi gündeme gelince Eyüp Sultan gündeme geliyorsa… Aslında o şahısların oradaki önemi, önce Peygamber Efendimizle dolayısıyla İslamiyetle kültürel anlamda bir bağ kurmamız ve o kültürün devamlılığı açısından önemlidir. O bakımdan kültürel bütünlük, iman düşünce ve eylem bütünlüğünü sağlamanın yolu da aslında tarihi iyi bilmekten geçiyor.
Sözlü kültürün içinden geliyoruz. Darbımeseller, sohbetler, Hz. Ali Cenkleriyle, Muhammed b. Hanefiye cenkleri kültürümüzün bir parçası ve tarih burada bir şekilde tahkiye usulüyle aktarıla gelmiş. Bakıyorsunuz ki hakikaten o mektepten geçmiş, o halkadan geçmiş insanların tarih ilgisi ve bilgisi bizden daha kuvvetli. Bir de anlatan insanların dinleyen insanların bilinçlerine bakıyorsunuz, hakikaten işin içinde yaşıyormuş gibi anlatılıyor. Dinleyenler de aynı ruhla dinliyorlar. Hem yaşıyorlar, hem yazıyorlar, hem dinleyenler de onu bihakkın nakşediyorlar. Tarihçilikte acaba biz usulü mü, üslubu mu ya da ruhu mu kaybettik?
Peygamber Efendimizle ilgili ders anlatmaya girdiğim zaman öğrencilere şunları diyorum: Hz. Peygamber, hayatı hakkında en çok kitap yazılan kimse ve bu herkesin ilgisini çekiyor. Farklı farklı din mensuplarının bile ilgisini çekiyor. Herkesin bir bakış açısı var. Filozof başka bakıyor, fıkıhçı başka bakıyor, bir kelamcı, bir mutasavvıf başka bakıyor. Herkesin başka bir bakış açısı var. Onun için diyorum. İlla şu kitabı okuyacağız diye değil. Ama mesela bizim ecdadımız Ahmediye, Muhammediye okuyarak ve bizim duymadığımız heyecanı Efendimiz anıldığı zaman duymuşlar. Aslında bizim bu kopukluğu ortadan kaldırmamız lazım. Mesela akademik anlamda bizim kaynaklarımıza bağlılık noktasında yazılmış en güzel kitap hâlâ Hamidullah Hocanın “İslâm Peygamberi”dir. Ondan sonra Ahmediye’yi, Muhammediye’yi, biraz daha Osmanlı entelektüeli Peygamber Efendimiz’den veya onun döneminden, ilk dönem İslam tarihinden ne anlıyordu diye baktığımız zaman işte Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, Tevarihu’l-Hulefa’yı örnek olarak verilebiliriz. Ama bizim en eksik olduğumuz alanlardan birisi Peygamber Efendimizi okurken hislenmektir. Yani Ahmediye’de, Muhammediye’de olan ruhu hissettiren ve heyecanlandıran bir eser diye aradığımız zaman rahmetli Necip Fazıl Kısakürek’in yazmış olduğu “Çöle İnen Nur”u görürüz mesela. Bizim aslında Hz. Peygamberle ilgili “Çöle İnen Nur” türünden edebî eserleri, biraz da tasavvuf kültürü zenginliği kazanmış eserleri ortaya çıkarmamız lazım.
Hocam biraz da güncel tartışmalar dolayısıyla Osmanlıcadan bahsedelim. Evvela Osmanlıca bir dil midir? Bir diğer sorum ise Osmanlıca öğrenimi neden bu kadar önem arz ediyor?
Osmanlıca dil değil tabii. Osmanlıca Türkçe’nin Arap harfiyle uygulanmış şeklidir. Ama tabii burada kaç yüz senelik bir geçmiş var. Yaklaşık 1071’de Anadolu’ya geldiğimizi varsayarsak yaklaşık 600 yıllık bir süreçte bunu kullanmışız ve bizim bundan habersiz olmamız kabul edilebilir bir şey değildir. Entelektüelimizin bunu bilmemesi bizim için ciddi bir eksiklik sebebidir. Biz büyük iddiaları olan ve geleceğe hükmetmek gibi büyük bir devlet olarak kendimizi görmemiz gerekirse kendi kültürümüzü tanımamız gerekiyorsa bununda birinci yolu Osmanlıcayı bilmekten geçiyor. Osmanlıcayı öğrenmek konusunda yanlış olan hususlardan birisi de şu: Osmanlıca öğrenmek kesinlikle geçmişe dönmek değildir. Geleceğe doğru bakmak için bu nokta önemli. Ayrıca bugün artık Türkçeleşmiş birçok kelime var. Bu kelimelerin asıllarının Arapça mı Farsça mı olduğu bizi çok fazla alakadar etmiyor. Ve bunlar artık kendi malımız olmuş. Yani bir dükkânın sermayesi ne kadar büyükse iş hacmi de o kadar büyük olur. O yüzden Osmanlıca bizim dil zenginliğimizi yansıtmaktadır. Bunun için bu zenginliği muhafaza edip gelecek nesillere aktarmamız gerekiyor. Her bir Osmanlı entelektüeli dün nasıl kendi dilini anlamakta sıkıntı çekmiyorsa bugünün entelektüeli de kendi dilini bilmek zorundadır.

PROF. DR. MUSTAFA SABRİ KÜÇÜKAŞÇI

Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalında öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Erken dönem İslam Tarih ve medeniyeti, Ortaçağda şehir, Arap kaynaklarında Türk imajı ve Haremeyn tarihi özel ilgi alanına giren konular arasındadır. 1996’dan beri Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisinde müellif‐redaktör olarak görev yapan Küçükaşcı’nın beş adedi ortak olmak üzere 60 maddesi yayımlanmıştır. İslam Ansiklopedisi ve Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi ilim kurulu üyesidir.