Makale

Beyazıt AKMAN: “Tarihî roman okurlarının eserde aramaları gereken şey, hakikattir.”

GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE

Ali AYGÜN

Beyazıt AKMAN: “Tarihî roman okurlarının eserde aramaları gereken şey, hakikattir.”

Edebiyatı, bir milletin tarih koridorundaki yürüyüşünün sanatsal bir ifadesi olarak tanımlarsak edebiyat ile tarih arasındaki sıkı ilişkiyi görebiliriz. Tarihi romanların dünyada ve Türkiye’de azımsanmayacak kadar ilgi gördüğüne şahit oluyoruz. Tarihi romanı, tarihte yaşanmış bir gerçeklikten hareketle kaleme alınan, kendi içerisinde bir tutarlılığı bulunan, hem tarihi hem de kurmaca kişilerin yer alabildiği bir roman türü olarak tanımlayabiliriz. Tarihi roman, tarihi sıkıcı bulan okurlara tarihi sevdirebilir, fakat sorumluluk da gerektirir. Tarihi romanın, tarihi gerçekliklerle uyuşması, nitelikli olması gerekir. Nabokov’un dediği gibi: “Emma Bovary denen kız hiç yaşamadı, Mademe Bovary kitabı ise sonsuza dek yaşayacak.”
“Geçmiş Zamanın İzinde” bölümünde bu sayımızda sizlerle alışılmışın dışında buluşuyoruz. Tarihi roman alanında nitelikli eserleriyle isminden oldukça fazla söz ettiren, bu sayımızdan itibaren bu bölümümüzde yazılarını okumaktan zevk alacağımız Beyazıt Akman’la tarihi, tarihi romanları, karşılaştırmalı edebiyatı, Batı’daki İslam algısını ve İslamofobiyi konuştuk.
Beyazıt Bey; ilk romanınızda Fatih’i, İstanbul’un fethini anlattınız. İkinci romanınız Endülüs’le ilgili. Son romanınızda Osmanlı İmparatorluğunu kuran, ona adını veren kahramanın hikâyesini ele alıyorsunuz. Bir akademisyen olarak tarihî roman yazma serüveni nasıl başladı, anlatır mısınız?
Ben kendimi Batı’da Doğu’yu keşfeden biri olarak görüyorum. Bundan on iki yılı aşkın bir süre öncesine dayanıyor bu serüvenin başlangıcı. 2004’te Amerika’ya Batı Dilleri ve Edebiyatları alanında master için gittiğimde insanların benim Türk ve Müslüman kimliğim hakkındaki önyargıları beni bu işin tarihsel sürecini araştırmaya itti. Üniversite mezunu Amerikalıların bile Türkiye’den geldiğimi duyduklarında bana sordukları şeyleri anlatsam, abartıyor dersiniz. Develere mi biniyordum, piramitlere yakın mı yaşıyordum, benim gibi eğitimli biri nasıl Müslüman olabiliyordu? Genel anlamda iş İslam’a geldiğinde resim daha da kötüydü. 11 Eylül sonrası iş iyice çığırından çıkmıştı. Müslümanlığın tarihini Amerika’da daha çok hapishanelerdeki siyahi ırkla özdeşleşen Nation of Islam’dan öğrenen bazıları ise yine bu hareketin kurucusu Elijah Muhammed ile Efendimiz (s.a.s.)’i karıştıracak kadar ileri gidebiliyorlardı. İşte Batı Edebiyatı’ndaki Türk-İslam algısı konulu akademik çalışmalarım bu şekilde başladı. Yani, neden bizi böyle tanıyorlar? ‘Müslüman Türk,’ Amerika’nın genelinde hâlâ daha en iyimser şekliyle oryantalist ve mistik, en kötü şekliyle de terörist, radikal dinci kavramlarıyla eşdeğer hâlde düşünülüyor. Sonra da kendime kızdım, sanki ben çok mu iyi biliyordum kendi tarihimi? Fazla uzatmayayım, bir İngiliz Edebiyatçısı olarak bu konuyu araştırdığımda 29 Mayıs 1453’ün yani İstanbul’un fethinin bir milat olduğunu gördüm. İnsanlık tarihinin belki de en büyük algı operasyonu o zaman başlıyor çünkü! Konstantinopol Türklerin eline geçtiğinde Batılı bir seyyah, ‘Bugün dünyanın son günü,’ diye yazıyordu. ‘Medeniyet namına bildiğimiz her ne var ise bugün bitti ve güzel şehrimiz barbar Türklerin eline geçti!’ İşte ben de beş yıllık bir araştırmanın ardından o tarihin aslında insanlık ve medeniyetler tarihi namına nasıl bir milat olduğunu ‘Dünyanın İlk Günü’nünde anlatmaya çalıştım. Sonra yine bu süreçte yeniden keşfettiğim Endülüs’ü, adını aldığım sultanın hikayesiyle yoğurarak anlattım. Son olarak Osman geldi. Akademik araştırmalarımda keşfettiğim dünya o kadar göz kamaştırıcıydı ki bunları romanlaştırarak daha geniş kitlelere ulaşabileceğime inandım.
Peki, neden Osman? Özellikle de sıralamada Yavuz ve Kanuni varken...
Açıkçası Amerika’da Osmanlı Klasik Çağı’nı romanlaştırmaya giriştiğimde kafamda ilk beliren romandır Osman Gazi’nin hikâyesi. Belki de kendi tarihimi ve kültürümü yabancı topraklarda yeniden keşfederken tüm efsaneyi başlatan insanın hikâyesi beni inanılmaz cezbediyordu. Ama yukarıda da özetlediğim gibi, Fatih’in hikâyesi Doğu-Batı ikilemi bağlamında beni daha çok meşgul etmişti... Endülüs’e ise bir kere girdikten sonra o romanı da yazmadan edemedim. Üçleme artık ne olursa olsun Osman’la devam etmeliydi, hikâyenin başına dönmeliydim. Ve o dönemi araştırmaya başladığımda günümüzle olan bağlantıları beni daha da motive etti. Yeni Türkiye’nin kuruluşunda yeni bir imparatorluğun kuruluş hikâyesinden öğrenecek çok şeyimiz var... Osman’ın önce bir gazi alp, sonra da Osman Bey oluşu, Şeyh Edebali’nin dergahındaki insan-ı kâmil olma serüveni derken ortaya iki ciltlik bir epik çıktı. Şövalye Mihal, Marko Polo ve elbette Yunus Emre’nin de söyleyecekleri vardı... Yavuz’u ve Kanuni’yi yakın zamanda yazmayı düşünmüyorum; her kesim de söylenileceği söyledi gibime geliyor, herkes eteğindeki taşları döktü. Ben her zaman yazılmayanı yazmak istedim. Şimdi çok var ama Fatih’i yazmaya giriştiğimde ortada popüler bir tek fetih romanı dahi yoktu.
Tarih, olaylarla; edebiyat, olayların etkileriyle, sarsıntılarıyla ilgilenir. Edebiyat, bilgi aktarmaz, yorumlar, nüfuz ederek o olayın arkasındaki insani yanları ortaya çıkarır. Tarih, edebiyatın sadece malzemesidir; o, oradan kendi dünyasını kurar. Romanlarınızda gerçeğe mi yoksa kurmacaya mı daha çok önem verirsiniz?
Bu soru tarihî romanların vazgeçilmez sorusudur. Her söyleşimde muhakkak şöyle sorular gelir: ‘Bu karakter gerçekten yaşadı mı? Şu olay gerçekten böyle oldu mu?’ soruları. Öncelikle şunu söyleyeyim: Ben her şeyden önce bir akademisyenim ve bende bir nevi meslek hastalığı var; her şeyi en ince ayrıntısına kadar araştırmadan yazamama hastalığı. Yani bir olayın gerçekliğine önce kendim ikna olmalıyım ki onu yazıya dökebileyim. Üstelik şimdiye kadar ortalama dört yılda bir eser vermişim. Bu sürecin çoğu araştırmaya gidiyor. İlk romandan örnek vermek gerekirse sadece Fatih’in madalyonları üzerine okuduğum doktora tezlerinin sayfaları binlerce sayfayı aşar. Romanda ise o madalyonlardan belki bir paragraf bahsedilir. Son romanda ise Şeyh Edebali’nin ve Yunus Emre’nin dergâh kültürünü yansıtabilmek için okuduğum yüzü aşkın eseri burada yine ufak bir örnek olarak verebilirim. Yani ben hiçbir zaman yazar tarihi kafasına göre eğer, büker, diyemem. Tarihî romanlarda hiçbir türden beklenmeyecek derecede bir millî sorumluluk bilinci gerekir. Ama tüm bunları söylemekle birlikte, bunların hiçbiri tarihî roman yazmaya yetmez! Aksi taktirde edebiyatı tarihten ayıran bir şey kalmaz. Bu anlattıklarımızın hepsi de gazeteci gerçekliktir, ‘üçüncü sayfa gerçekliği’ gibi, basit, ham gerçeklik. ‘O bunu öldürdü, şu bunu yaraladı’ gerçekliği. Edebiyatta ise aslolan daha derin, çok daha felsefi bir gerçekliktir, ki biz buna ‘hakikat’ diyebiliriz. Tarihî roman okurlarının eserde aramaları gereken şey işte bu hakikattir. Örneğin çok sevilen karakterlerimden biri olan Yeniçeri İskender belki bizzat yaşamamıştır ama onun gibi yüzlercesi, niceleri gelmiş geçmiştir ki işte bu hakikatin ta kendisidir!
Kurmaca (öykü, roman) ister bire bir yaşananları, gerçekleri anlatsın, ister düşsel bir evreni yansıtsın, sonuçta, bütün bunlar yazarın disiplininden geçer ve onun müdahaleleriyle oluşur. Yazar, bilgileri, belgeleri, duyguları, durumları, kendi dünyasında estetize eder ve sanatın diline dönüştürür. Tarihin gerçekleri, romanın gerçekleri ile ne ölçüde bağdaştırılabilir?
Burada kilit kelime zannedersem ‘kurgu’da saklı. Yani tarihî romancı olayları öyle bir kurgulamalı ki bu kurgu ne tarihî gerçekliğe halel getirsin, ne de kitabı sevimsiz bir tarih kitabı hâline soksun! Tarihî roman kuramıyla -ki bu işe çok kafa yordum- başınızı ağrıtmak istemem ancak şöyle bir örnek vereyim: Dört ayaklı bir masaya uzaktan baktığınız zaman sadece iki ayağını görürsünüz. Ama bu, o masanın iki ayak üzerinde durduğu anlamına gelmez. Siz görmeseniz de bilirsiniz ki o masanın dört ayağı vardır ve bu tam anlamıyla bir gerçekliktir. Tarih size bazen iki ayak, bazen de bir ayak verir. İşte romancı o masayı dört ayak üzerine bindirir, üzerine bir örtü serer, bir meyve sepeti yerleştirir. Hayal gücünün gerçeklik ile birleştiği, kaynaştığı noktadır bu. Tarihî roman da aynı şekilde boşlukların gerçekliğe zarar vermeyecek ölçüde yaratıcı hayal gücüyle doldurulması, işlenmesidir.
Kurmaca dediğimizde, gerçekliğin bizzat kendisiyle değil yazarca tasarlanmış, planlanmış yeni bir dünyayla karşı karşıya olduğumuzu biliriz. Okur olarak kurmaca bir yapıtı elimize aldığımızda ilk elde bize yansıttığı dünyanın gerçeklikle örtüşüp örtüşmediğini sorgulamayız. Bir öykü ya da romanın bir tarih kitabı olmadığını bilir, kabulleniriz. Tarih sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor? Tarihî romanı, tarih anlatmak amacıyla mı tercih ettiniz?
Bu soruya şu şekilde cevap vereyim: Bizde ne yazık ki tarih her zaman ideolojik bir savaşın silahı olarak kullanılmış ve bu anlamda çok suistimal edilmiş. Özellikle Osmanlı tarihi birtakım sözde aydınlar tarafından her zaman Cumhuriyetin, Batı medeniyetinin antitezi olarak resmedilmiş. Harem romanları, barbar sultanların başını çektiği egzotik ve despot ana karakterler vesaire her zaman bu ideolojik savaşta kukla gibi kullanılmış. Bu, işte oryantalizm dediğimiz şeyin ta kendisi. Bu yüzden okur, doğal olarak eline bir tarih romanı aldığı zaman işkillenir, huysunur olmuş. ‘Acaba bu yazar da benim değerlerimi hakir mi görecek?’ şeklinde bir antipati ile esere yaklaşır olmuş. İşin trajik yanı, son dönemde sayıları artan, muhafazakâr yazarların eserlerindeki kalitesizlik, altı ayda bir yayınlanan Osmanlı tarihî romanları da madalyonun öbür yüzü. Karakterin eline kılıç tutuşturan, ağzına da bir iki beylik laf sokuşturanlar roman yazdım sanıyor. Hâlbuki asıl iş bunu ayağa düşürmeden, yani estetik değerlerden ödün vermeden, hakkaniyetli hikâyeler kurgulayabilmektir... Didaktiklik meselesi daha çetrefilli bir soru. Aslında Harry Potter da okusanız belirli bir ideoloji havuzunda yüzüyorsunuz demektir. Ama insanlar kendi tarihimizin dışlanmasına ve reddi mirasa o kadar alışmışlar ki, siz hakkaniyetli ve olumlu bir şeyler söylediğinizde, adınız ‘Osmanlıcı’ya çıkıyor, eserlerinizi de hoyratça ‘didaktik’ diye etkileyiveriyorlar.
Bilimin, uzmanlaşmaların bu kadar ilerlemiş olduğu çağımızda uzmanlık eserlerinin yanı sıra uzman olmayan kişilerin de anlayabileceği gibi yazılmış bilim kitapları varken edebiyat meraklıları hâlen edebî eser peşindeler. Örneğin rahat anlaşılır tarih ve psikoloji kitapları varken tarihsel ya da psikolojik roman okurlarının azımsanmayacak kadar çok olduğunu görüyoruz. Sizce bunun sebebi nedir?
Hikâye, tüm kitapların, tüm türlerin anasıdır. Anlatım sanatı dediğimiz şey insanın varoluşundan bugüne gelen, insanoğlunun en büyük hazinelerinden biridir. En kötü hikâye, en iyi, en sade bilim kitabından daha rahat ve ilgiyle okunur. Edebî türler içinde de bu işin anası romandır. Bu, asırlar önce destan ve mitlerdi. Günümüzde ise aslında bunun evrimleşmiş hâli sinemadır. Amerika’daki bir arkadaşım espriyle karışık eğer bir olay Hollywood’da film olmadıysa onu gerçekleşmiş saymam, derdi... Plato bundan asırlar önce ‘Hikâye anlatanlar topluma hükmederler,’ diye boşuna söylememiştir.
Edebiyat tarihine baktığımızda Tolstoy’un Savaş ve Barış, Victor Hugo’nun Sefiller, Umberto Eco’nun Gülün Adı, Amin Maouf’un Semerkant; bizde ise Kemal Tahir’in Devlet Ana, Tarık Buğra’nın Küçük Ağa, Orhan Pamuk’un Beyaz Kale tarih ve edebiyat bağlamında nitelikli diyebileceğimiz eserlerden bazılarıdır. Sizin okuduğunuz, beğendiğiniz tarihî romanlar hangileridir?
Bahsettiğiniz eserler silsilesinde sizin iyi bir edebiyat okuru olduğunuzu görüyor ve sizi tebrik ediyorum. Ancak o sıralamada ne yazık ki Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sine şerh düşmek durumundayım. Benim Adım Kırmızı deseniz, katılırım; büyük işçilik ve aşk vardır o romanda. Değme sanat tarihçilerinin minyatür sanatı hakkında yazamadıklarını Pamuk, Benim Adım Kırmızı’da büyük bir aşkla romanlaştırmıştır. Ama öte taraftan Beyaz Kale oryantalizmin en sıradan, en bayat örneklerinden biridir ve bir Türk yazarın bunu Osmanlı tarihine yapması sırtımızdan saplanan bir hançerden farksızdır... Benim sevdiğim yazarlara gelince; elbette Klasik Rus Edebiyatı’ndan Dostoyevski’nin Suç ve Cezası, ki o romanın Raskolnikov’u tüm edebiyat tarihinin en iyi karakteridir, İngiliz Edebiyatı’ndan tarihî roman sanatı açısından Sir Walter Scott, günümüz Amerikan yazınından George R. R. Martin; akademisyenliği yazarlıkla örtüşmedeki başarısı bakımından Umberto Eco, kendi yazın dünyamızdan Peyami Safa, Attila İlhan, ve Halikarnas Balıkçısı ve sizin de bahsettiğiniz Tarık Buğra ve Kemal Tahir kütüphanemin başucundadır. Ken Follet, Robert Graves ve Alexander Duma da tarihî romanın pirleri arasında sayılabilir.
Farklı edebiyatlarda kültür kökenli metaforları keşfetmek şüphesiz edebiyat bilgi donanımı kadar kültür bilgisini de gerektirmektedir. Edebiyatı anlamak, söz konusu sosyal ve kültürel alanda iz bırakmış gerçeklik-yorum örneklerini fark etmektir. Komparatistik (karşılaştırmalı edebiyat), karşılaştırmalı kültür bilimine de katkıda bulunabilir. Sizin karşılaştırmalı edebiyat çalışmalarınız olduğunu biliyoruz. Bu çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Bir Türk akademisyen çok iyi Türk edebiyatı çalışabilir, ya da bir İngiliz çok iyi İngiliz edebiyatı çalışabilir. Ve bunlar gereklidir de. Ama daha da zor ve kuşatıcı olan, bu toprakların değerlerini ve ihtiyaçlarını düşünerek farklı edebiyatlara bakabilmektir. Kendi alanım özelinde konuşursak, ben Doğu’dan Batı’ya bakan biri olarak kendimi değerlendiriyorum. Aslen İngiliz dili ve edebiyatçısıyım ama hiçbir zaman Hamlet üzerine psikoanalitik değerlendirmeler yapmaya ya da, örneğin, Charles Dickens romanlarının kurgusunun mükemmeliyeti üzerine bir şey çalışmayı düşünmedim. (Bu, İngiliz emperyalizmine katkıda bulunmak olurdu, Allah korusun!) Amerika’daki daha ilk yıllarımda gördüm ki bunu elin İngiliz’i, Amerikalısı zaten yapıyor ve onlarla bu konuda yarışmak hem çok zor, hem gereksiz. Peki onların yapamadığı ya da bizim bu alana özgün katkımız ne olabilir? Bir Müslüman’ın, bir Türk’ün bakış açısıyla Shakespeare’e bakmak mesela. İşte bu hem özgün, hem de faydalıdır. Ben de bir düzine yıldır bunu yapıyorum. Shakespeare’deki Türk-İslam algısı, İngiliz-Osmanlı ilişkileri, Amerikan kültüründe İslam’ın yeri... Bu başlıklar çoğaltılabilir. Karşılaştırmalı edebiyat çalışmaları, her iki alana da, yani hem Türk-İslam kültürüne hem de Batı kültürlerine vâkıf olanlar tarafından yapılabilecek bir iş çünkü.
Batı’daki Türk-İslam algısı hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Genel anlamda Batı’daki İslam algısının analizi (ve doğal olarak da sentezi) Edward Said tarafından 1978’deki o efsanevi çalışması Oryantalizm’le yapıldı. O günden bu yana, yaklaşık 40 yılda bu alanda çok yol alındı. Ancak Said’in bir kör noktası var ve o alan hâlen daha tam anlamıyla çalışılmadı. O da bu genel resimde Türklerin rolü, Osmanlı’nın Batı algısındaki yeri... Ben araştırmalarımda bu alandaki eksikliği kapatacak araştırmalar yapmaya çalışıyorum. Bu anlamda önemli nüanslar var. Örneğin ‘terörist Müslüman’ algısı ile ‘barbar Türk’ imgesi kimi zaman örtüşüyor gibi görünse de, tam olarak aynı şeyler değil. Ya da haremin egzotik ve mistik algısı ile kaleşnikoflu IŞİD’li kadın teröristler birbirinden tamamen farklı algılandırmalar. 11 Eylül sonrası Müslüman algısı ile 29 Mayıs 1453’te başlayıp Orta Çağ boyunca devam eden ‘Türk belası’ algısı da kesinlikle aynı şeyler değil. Bu alanda çalışmalarım devam ediyor.

Beyazıt AKMAN
1981, Kastamonu doğumlu. Lisansını Boğaziçi ve ODTÜ’de yüksek şerefle tamamladı. 2004’te Fulbright bursiyeri olarak Amerika’ya gitti. Illinois State Üniversitesi’nden 2006’da master derecesini, 2012’de “Batı Edebiyatı’nda İslam Algısı ve Türkler” teziyle doktorasını aldı, üniversitede dersler verdi. 2010’da Washington’daki Smithsonian Enstitüsü’ne araştırmacı olarak kabul edildi. 2012-2014 arasında New York Üniversitesi, Geneseo’da Dünya Edebiyatı ve İslam, Osmanlılar ve Batı konularında dersler verdi. Amerika’da on yıl yaşadıktan sonra 2014’te Türkiye’ye kesin dönüş yaptı. Halen Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’nde Batı Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Müdürlüğü’nü yürütmektedir. Akman’ın Fatih’i ve Fetih’i anlatan, ilk romanı Dünyanın İlk Günü 2009’da yayınlandığında büyük bir ilgi görerek kısa sürede bir kült haline geldi ve Türkiye’de tarihî sinema ve dizilere de esin kaynağı oldu. Yazar 2012’de üç yıllık bir araştırmanın ardından II. Bayezid ve Endülüs dönemi romanı Son Sefarad’ı yayınladı. Yazarın en son araştırmalar ışığında dört yıllık bir çalışmanın ardından kuruluşu romanlaştırdığı Osman: Aşk ve Savaş adlı romanı iki cilt halinde 2016‘da okuyucularla buluştu. Tarihi romancı ve akademisyen Akman, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 2015 Uluslararası Tarihi Roman ve Romanda Tarih Büyük Ödülü’ne layık görülmüştür.