Makale

Dinî Değerlerin BUHARLAŞMASI

GÜNDEM

Dinî Değerlerin BUHARLAŞMASI

Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi
Kur’an Araştırmaları Merkezi

İslam, Allah’ın gönderdiği dinin adı, Müslümanlık da bizim bu dini anlama ve uygulama tarzımızdır. Müslümanlık, Kur’an ve sünnetin getirdiklerinin şu veya bu zaman diliminde veya bölgede Müslümanlar tarafından hayata aktarılma ve yaşanma biçimini ifade eder. Daha açık bir ifadeyle, İslam’ın tarihinde Orta Asya’dan Kuzey Afrika ve Endülüs’e, Yemen ve Hindistan’dan Kafkasya ve Balkanlar’a kadar uzanan geniş İslam coğrafyasında birbirinden hayli farklı anlayışlar, yorumlar, mezhep ve meşrepler ortaya çıktı. Buna biz “İslam’ın tarihsel tecrübesi” ya da “Müslümanlık” diyoruz.
Müslümanlığı İslam’ın aynısı görmek, İslam ile İslam’ın tarihsel tecrübesini aynileştirmek ne kadar yanlışsa, bu ikisi arasındaki bağı görmezden gelerek Müslümanların tarihsel tecrübesini bütünüyle İslam’ın dışında ayrı bir olgu hatta İslam’dan sapma olarak görmek de o kadar yanlış olur. Birinci yanlışı İslam karşıtlığını ön yargılı biçimde sürdüren bir kısım Batılı çevreler ile tarihsel tecrübeyi kutsalla âdeta eşdeğer kılan katı gelenekçi Müslümanlar sıkça yapmaktadır. İkinci yanlış ise, İslam’ın tarihsel tecrübesini yok sayma ve onu dinden bağımsız bir olgu olarak göstermedir. Bu yanlışa ise, İslam’ı anlamada tarih ve toplum bilincini ıskalayan, İslam’a kuramsal ve ideolojik bir misyon yükleyen veya günümüz Müslümanlığını bu tecrübenin bir parçası olarak görmek istemeyen çağdaş İslamcı söylem sıkça düşmektedir. Yaşadığımız Müslümanlığın, dinin asıllarına göre bazı sapmaları ve yanlışları elbette olabilir; hatta bu kaçınılmaz bir durumdur. Bu yargı dün için de bugün için de geçerlidir. Zaten Kur’an ve sünnetin Müslümanlar arasında kıyamete kadar var olması demek, işte bu yanlış ve sapmaların Kur’an ve sünnet ışığında devamlı kontrolden geçirilerek düzeltilmesi imkânının bulunması ve Müslümanların bu yüzleşmeyi sürekli yapmalarının gerekmesi demektir. Diğer bir anlatımla kaynağından arı duru şekilde çıkan su kapımızın önüne geldiğinde kirlenmiş ise, bize düşen onu kirli kılan arızi durumları gidermek olmalıdır.
Bugün İslam coğrafyasında kendi ellerimizle inşa ettiğimiz ve hayata aktardığımız Müslümanlık tarzı ile İslam dininin yüce değerleri arasındaki makasın hayli açıldığını üzülerek görmekteyiz. Bu duruma şüphesiz birçok sebep yol açmıştır. Mesela din içi çoğulculuk yerini tek hakikatçı görüşlerin ve ideolojilerin savaşına terk etmiştir. Rahmet kaynağı olması gereken mezhep ve görüş farklılıkları artık fitne ve kardeş kavgasını körüklemeye başlamıştır. Müslümanlığımızın İslam’dan uzak düşmesinde, din içi çoğulculuğun ve hoşgörü ortamının kaygan zemini üzerinde her biri bir tarafa savrulan kişi veya grupların kendi çıkarları için dinî değerleri sıkça ve sorumsuzca tüketmesinin, halkımızın dinine bağlılığını fırsat bilerek din istismarı yapmasının da büyük payı vardır. Bu durum sadece Müslümanları değil İslam’ı da töhmet altında bırakmakta, yeni nesilleri İslam konusunda bir yol ayırımına sürüklemektedir.
Günümüzde biz Müslümanlar öncelikli olarak iki temel sorunla/sorumlulukla karşı karşıyayız: Birincisi Kur’an-ı Kerim’in kalıcı davetini, Kur’an mesajını ve Hz. Peygamber’in sünnetini çağımıza taşımak; diğeri de bu dinî bilgiyi hayatımızın içine katmak ve dinin doğru bilgisi ışığında dinî hayatımızla, yani Müslümanlığımızla yüzleşmek. Bu sorumluluğun birinci kısmı İslam ulemasının boynunda asılı ağır bir borç olarak durmaktadır. İkincisi ise bütün Müslümanların tek tek borcudur. Ancak ikinci fasılda sağlıklı bir yüzleşmenin gerçekleşebilmesinin büyük oranda ulemanın ödevini iyi yapmasına bağlı olduğunu da burada kaydetmek gerekir.
Öteden beri İslam’ın yeterince ve doğru biçimde anlaşılamadığından söz ederiz. Peki, İslam ilk muhataplarınca ve sonrakiler tarafından anlaşılmadı mı? Aradan on dört asır geçtikten sonra bir dinin anlaşılmadığını ileri sürmek, yüce Mevla’ya ve O’nun elçisine bühtan olur. Böyle bir iddia, Şari’in dininin ve bu dini açıklayan Rasulüllah’ın başarısız olduğu imasını/ithamını içerir. Elbette son hak din olarak gelen İslam anlaşıldı; ilk nesiller anladılar, sonrakiler de anladılar. Burada elbette tek tip anlamadan söz edemeyiz. Çünkü İslam dini 14 asırdır farklı bölgelerde farklı coğrafyalarda farklı şekillerde anlaşıldı, yorumlandı, dinî bilgi her dönemde az veya çok güncellendi ve insanlar sorunlarını belli oranlarda çözdüler. Dış dünya ile daha yakın temasa geçtiğimiz ve birçok alanda mevzii kaybettiğimiz son iki-üç yüzyıla gelinceye kadar Müslümanların dinle ilişkilerinde kaos derecesinde bir sıkışma yaşanmadı.
Günümüzde dinî hoşgörü ve çoğulculuk atmosferi, aynı zamanda dinin sahih bilgisi konusunda bulanık bir havayı da beslemeye başlamıştır. Kıyamete kadar Müslümanlar arasında din konusunda değişmez hakem Kur’an-ı Kerim’in ve sahih sünnetin verdiği dinî bilgidir. Ana eksen bu oldukça Müslümanlar arasında çoğulcu düşüncenin yol açtığı kafa karışıklığı asgariye inecektir. Gerçi temenniler bu yönde olsa da, her bir insanın özgür iradesi, düşünme ve karar verme özgürlüğü bulunduğu için dini anlama ve yorumlamada farklı anlayışlar ve yollar bir realite olarak aramızda hep var olagelecektir. Bunun farkındayız. Çoğulculuğun aramızda olabildiğince yaşatılmasından, farklı görüşlere tahammülümüzün artmasından başka çıkar yol yoktur. Bu da doğrudur. Burada belki de en kritik eşik, insanların kendi görüş ve yorumlarını İslam’a ve Allah’a isnat etmeksizin kişisel görüşü ve kanaati olarak ifade etmesi, her türlü dayatmadan ve tekelci tutumdan uzak durması, ama en önemlisi kendilerine hangi maddi/manevi mertebe ve sıfatları yakıştırırsa yakıştırsınlar, Allah adına hüküm vermekten kaçınmasıdır. Böyle olursa İslam’ın bilgi mirasında kayıtlı farklı görüşlerin her birini “tek hakikatçı” ve ötekini “mahkûm edici” bir anlayış içinde değil, Allah’ın gönderdiği dinin, hayatın akışı içinde farklı farklı şekil ve tonlarda anlaşılabileceğini kabullenerek yorumlarız.
Diğer taraftan çoğulculuğun İslam toplumlarında ayrışma ve kargaşa sebebi olmaması ve muhtemel sorunlarını asgarî düzeye indirebilmek için atılması gereken bir diğer adım daha vardır. O da ilim muhitlerinin farklı görüş ve anlayışları, kadim ulemanın kendi görüşlerine “zan” veya “kavl” demesinden de cesaret alarak, sivil bir tartışma ortamında soğukkanlı olarak ele alması, kişisel görüşleri kutsal’a izafe etmekten ısrarla kaçınmasıdır. Nasıl gelenekteki bilgiler arasında “kutsal”a ait olanla “tarih ve zaman”a ait olanı fark etmemiz ve ona göre inisiyatif kullanmamız gerekiyorsa, aynı bilinci günümüzde üretilen bilgi ve yorumlarda da sürdürmek durumundayız. Ancak o zaman farklı görüşler rahat ve hoşgörülü bir ortamda tartışılıp iyilik yolunda yarışmak mümkün olur, farklılıklar rahmet kaynağı olur. Çünkü Allah ve Rasulünün sözü dışında herkesin sözünün neticede bir yorum ve kişisel görüş olduğunu, yanılabilir olduğunu kabullenmek zorundayız. Bu aynı zamanda inancımızın da gereğidir. Bize düşen, ileri sürülen her bir görüşün, tercih edilen her bir hayat tarzının aramızda hakikatin ölçüsü ve hakem olan Kur’an ve sünnet ışığında tekrar tekrar sağlamasını yapmamız, gerektiğinde yanlıştan dönme erdemini göstermemizdir.
İlahî vahyin son halkası ve son hak din olan İslam, apaçık bir din, Kur’an apaçık bir kitaptır. İslam’ın ana kaynaklarının ne dediğinin hâlâ bilinmediğini, dinin gizemli şifrelerle ve düz bakışla anlaşılamayacak sırlarla dolu olduğunu veya onu sadece din adamları sınıfının veya seçilmiş bazı zevatın anlayabileceğini ileri sürmemiz doğru olamaz. Böyle olsaydı, bu dini anlamakla ve yaşamakla sorumlu da olmazdık. Kur’an’ın dedikleri ortadadır; sünnetin de nasıl bir Müslüman tasviri yaptığı ana hatlarıyla bilinmektedir. Zaten “Müslümanlık nedir?” sorusuna belli bir ortak cevap verilebiliyorsa, bu, dinin esaslarının belli olmasının, Kur’an’ın ve sünnetin meramını çok iyi anlatmasının başarısıdır. Ancak öteden beri İslam coğrafyasında dinin bir dizi sırlarla dolu olduğu, bunu ancak özel yetki ve yeteneğe sahip belli şahısların çözebileceği, kurtuluş için de bu şahısların peşine takılmak gerektiği fikri ısrarla işlenir ve birçok dinî oluşum/örgütlenmeye buradan kanal açılır. Bu kapıdan girenler de şahıslara dinî kurtarıcılık, gayptan haber verme, dünyaya tasarruf, hatta Levh-i mahfuz’a/ilahî takdire müdahaleye kadar uzanan bir kutsiyet ve otorite izafe etmeye ve bunun delillerini de Kur’an’ın satırları arasında aramaya başlarlar. Dinde gizem arttıkça dinî duygu ve arayışların istismar edilme riski de artar. Sonunda olan dine ve samimi dindarların umutlarına olur. Dinî değerler buharlaşır, umutlar tükenir.
İslam’ı melankolik, gizemli ve anlaşılamaz bir din olarak tanıtıp Kur’an ve sünnetin apaçık bilgisini kabuk (zahir), kendi indî zan ve tevillerini öz (bâtın) olarak görenler gerçekte dinin akide esaslarıyla çatışma hâlindedir; Kur’an’la çatışma hâlindedir. Bu yolun sonu din istismarına ve istismar edilen dinin tüketilmesine kadar gider. Günümüzdeki dinî cemaatleşme ve tarikat örgütlenmeleri tasavvufun geleneksel sınırlarında kalarak insanların ahlaki gelişimine, deruni dindarlığına katkı sağlayıcı bir çizgide hizmet üretse, toplumda engin bir hoşgörünün yerleşmesine öncülük etse, toplumun sosyal bağını güçlendirici roller alsa hem meşruiyetlerini perçinlemiş, hem de dine ve topluma hizmet etmiş olur. Ama İslam dünyasında üzülerek görüyoruz ki çoğu zaman öyle olmadı. Yakın zamanda yaşadığımız travmanın ana sebeplerinden biri, bir dinî cemaatleşme hareketinin İslam’ın değer ve kavramlarını hoyratça kullanarak ekonomik çıkar ilişkisine ve siyaset projesine dönüşmesi, karanlık ilişkiler ağının içine girip boğazına kadar terör ve şiddet bataklığına saplanması değil mi? Kendilerinden menkul kutsal makam ve otoriteler ihdas edilmesi, nev-zuhur kutsallıklar ve onun üzerinden dünyevi projelerin ortaya çıkması en çok da dünyadaki İslam algısına zarar vermedi mi? Gerçekten de bu tür sapmalar, hem tasavvufa hem İslam’ın o güzel dindarlık modeline büyük zarar vermektedir. İslam dünyasının Kur’an ve sünnetin sahih bilgisi ışığında bu realitelerle de yüzleşmesi gerekiyor.
Bugün, elli küsur İslam ülkesi var ve parmağımızla gösterebileceğimiz, insanların huzur, güven içinde olduğu ve dünyaya bunu vadeden bir örnek İslam toplumu bulmakta zorlanıyoruz. Modern dünyaya örnek olabilecek bir İslam dünyasından söz edemiyoruz. Bunu hepimiz üzülerek görüyoruz. Bunu görmek için başımızı kaldırıp etrafımıza bakmak bile yeterlidir. İslam ülkeleri olarak her birimiz birçok sorunla boğuşuyoruz. Din ile örgüt ve kabile savaşları, din ile şiddet, hatta terör iç içe geçirilmekte, dinî kavram ve değerler çeşitli grup ve oluşumlarca, hatta uluslararası nitelikte karanlık örgütlerce ve onlarla işbirliği içine girenlerce hoyratça istismar edilmekte. İslam esaslarına aykırı biçimde üretilen kutsallıklar ve dindar kesimlerin zihinlerini çelen dinî değer istismarları sadece Kur’an ve sünnetin önüne perde olmakla ve İslam akidesine zarar vermekle kalmamakta; aynı zamanda dünyadaki İslam algısını, birlik ve dirliğimizi, huzur ve güvenliğimizi de tahrip etmektedir. İslam ülkeleri veya toplumlarının her birinde bu olumsuzluğun farklı örnekleri hiç eksik olmamıştır. Gelenekçisinden selefisine, modernistinden tarikat mensubuna kadar birbirine zıt ve birbirini dışlayan, hatta din dışı sayan görüşler sadece halk kesimlerini değil ulemayı da kuşatmış durumda. Şimdi burada can alıcı şu soruyu sormamız gerekiyor: Bütün bunların her biri İslam’ı anlama ve yorumlama biçimi midir? Şayet öyle ise, günümüzün parçalanmış toplumlarında toplumsal birlik ve dirliği, dayanışmayı ve kardeşliği tesis etme çabalarına İslam’ın herhangi bir katkısı olabilir mi? Şayet öyle ise, bırakalım “İslam ümmeti”ni, sağlıklı bir “İslam toplumu”ndan söz edilebilir mi? Bu soruların cevabı elbette kolay değil. Belki de geriye iki yol kalıyor: Ya Müslümanlar dini anlama ve yorumlamada ma‘ruf eksenli bir ana yolda toparlanacak ya da bu farklılıkları tolere edebilecek daha üst bir aidiyet ve kimlik inşası içinde çözüm bulunacak.
Öyle anlaşılıyor ki, günümüzdeki elli küsur İslam ülkesinden her birinin geride bıraktığı tecrübesinin ve hayatın akışı içinde bugün geldiği noktanın ayrı ayrı dinî ilimler ve İslam’ın yorumlanması açısından ne gibi bir anlam ve değer ifade ettiği üzerinde ciddiyetle durmamız gerekiyor.