Makale

Dinsel Şiddetin Meşrulaştırıcı Unsuru Olarak Hakikat Tekelciliği

GÜNDEM

Dinsel Şiddetin Meşrulaştırıcı Unsuru Olarak Hakikat Tekelciliği

Prof. Dr. Mahmut AYDIN

İnsanlık tarihine göz atıldığında “hakikatin, sadece belli bir dine” veya dinî geleneğin parçası olan bir mezhebe, gruba ya da oluşuma ait olduğuna dair tekelcilik iddialarının çatışma, baskı, şiddet, zulüm ve terör eylemlerini meşrulaştırmak ya da yönlendirmek ve alevlendirmek için farklı kesimler tarafından kullanıldığı görülebilir. Zira hakikat tekelciliği ve ona yol açan mutlaklık söylemleri, yapısı itibarıyla karşıt bir kutup/yapı üzerinden kendi konumunu belirler. Bu bağlamda söz konusu söylemler, yayılma imkânı buldukları alanlarda her şeyin önüne geçer ve savunucuları da onları koruma adına yaptıkları birçok eyleme karşıt kutup/söylem/yapı açısından meşru bir zemin bulur. Nitekim insanlığın dinî tarihi, bunun (bu yazının kapsamı içinde özetlenemeyecek derecede) net örnekleriyle doludur. Yine de bir iki örnek bu hususta açıklayıcı olabilir. Mesela, Hristiyanlıktaki “Kilise, İsa-Mesih ya da Hristiyanlık dışında kurtuluş yoktur” dogmasını ele alalım. Bu inancın, tarihsel süreç içinde haçlı seferleri, antisemitizm ve bunun sonucu gerçekleşen Nazi soykırımı, sömürgecilik ve yaraları hâlâ sarılamayan Saray Bosna’daki Müslüman katliamı gibi olaylarda etkin rol oynadığını görürüz. Keza Yahudilikteki “seçilmiş kavim ve kutsal toprak ideolojisi” de daha keskin ve radikal söylemlerle Yahudilerin, 20. yüzyılın başlarından itibaren hayata geçirmeye başladıkları Filistin’i işgallerinde ve Filistinlilere yaptıkları insanlık dışı muamele ve katliamlarda itici güç olarak hizmet etmiştir. Yine geleneksel cihat algısının Müslüman kitleleri sadece gayrimüslimlerle değil, günümüzde olduğu gibi kendi dinî dünya görüşü veya mezhebi dışındaki diğer Müslümanlarla savaşmaya sevk ettiği de bilinen bir olgudur. Ancak sorun, sadece Hristiyan, Yahudi ve Müslüman hakikat tekelciliği ile ilişkili değildir. Aynı zamanda Hindu, Budist ve Sih dinî geleneklerindeki hakikat tekelciliklerinin de geçmişte olduğu gibi günümüzde de Hint alt kıtasında ve Uzakdoğu’da dinî referanslı şiddet ve terör eylemlerine sebebiyet verdiği burada dikkate alınmalıdır. Örneğin son yıllarda Arakanlı Müslümanlara yapılan zulümleri, modern Budist dinî söylemlerden ve onların dinî bağlamlarından soyutlayarak okumak imkânsızdır.
Bu yazıda genel olarak tüm dünyada özelde ise coğrafyamızda yaşanan dinsel referanslı şiddet ve bunun sonucu olarak da ortaya çıkan terör eylemlerinde dinlerdeki “mutlaklık” veya diğer bir ifadeyle “tekelcilik” iddialarının etkisi olup olmadığını eğer varsa söz konusu mutlaklık iddialarında kaynaklanan dinsel terörün önüne geçilebilmesi için neler yapılabileceği üzerinde durulacaktır.
Geçmişten günümüze dünya ölçeğinde yaşanan dinsel referanslı şiddet eylemlerine bakıldığında dinî duygu ve düşüncenin hemen her dönemde yaşanan şiddet ve terör eylemlerini yönlendirmek ve meşrulaştırmak için kullanıldığı aşikâr olarak görülür. Bu olgunun en önemli nedenlerinden biri hiç şüphesiz genelde her bir dinsel geleneğin özel de ise dinsel geleneklerdeki dinî grup, mezhep ya da oluşumların hakikat tekelciliği yaparak kendilerini merkeze koyup diğerlerini bu merkezin etrafında dönen yörüngeler olarak kabul etmesidir. Bu tarz bir hakikat tekelciliği doğal olarak merkeze konan dinî düşüncenin diğerlerinden üstün olduğunu ima edeceğinden bu durumun daha aşağı derecede olan dinî geleneklerin, mezheplerin, grupların ya da söylemlerin ötekileştirilmesine ve zamanla da bir şekilde bertaraf edilmesine yol açması oldukça mümkün olmaktadır. Çünkü hakikat tekelciliği yapan dinî gelenekler, mezhepler, gruplar ve dini oluşumlar, farklı şekillerde de olsa sadece kendilerinin Tanrı hakkındaki tüm hakikate sahip olduğunu iddia ederek kendilerini hakikat bekçisi ilan ederler. Dahası bu hakikat tekelciliği ve onun doğal sonucu olarak ortaya çıkan “biriciklik” algısından hareketle her bir dinsel dünya görüşü, bir taraftan diğer dinsel dünya görüşlerinin varlığını kabul eder. Fakat diğer taraftan onların geçerliliğini kendine olan yakınlığı veya uzaklığına göre değerlendirmeye tabi tutar. Böylece diğer yorumlar karşısında kendi otoritesini kurarak, bir tür ortodoksi geliştirir. Artık tüm görüşler, ilginç bir biçimde meşruiyetini kendinden alan bu otorite tarafından meşru veya gayrimeşru olarak belirlenir. Buna göre diğer dinî dünya görüşleri, hakikat tekelciliği yapan dinî dünya görüşüne yakınlaştıkça kabul edilebilirlikleri artar, ondan uzaklaştığında da azalır. Çünkü bu anlayışa göre Tanrı, tüm insanların hakikatin kendi tekelinde olduğunu iddia eden dinî geleneğin, mezhebin veya oluşumun mensubu olmalarını arzu etmektedir.
Bu noktada İslami gelenekte Müslüman âlimlerin geçmişte çok sıkça dile getirdikleri ancak günümüzde pek fazla görmediğimiz bir uygulamaya dikkat çekmek istiyoruz. Bilindiği üzere geçmiş dönemlerde Müslüman müfessirler yaptıkları şahsi yorumlardan sonra “Allahü a’lem bi muradihi” (Allah bununla neyi murad ettiğini en iyi kendisi bilir) ifadesini eklemeyi ihmal etmezlerdi. Kanaatimizce söz konusu Müslüman âlimlerin yorumlarının sonuna bu ifadeyi eklemesi bizlere günümüzde plüralist anlayışın en önemli unsurlarından biri olan hiçbir dinî yorum veya algının mutlak hakikatle ilgili olmakla birlikte onu tam olarak yansıtamayacağı anlayışını hatırlatmaktadır. Bilindiği üzere plüralist din algısına göre farklı dinsel geleneklerin veya bir dinsel gelenek bünyesindeki mezheplerin, grupların veya bireylerin ilahî hakikat hakkında sahip oldukları bilgi, O’nun hakkındaki tüm bilgi değil, fakat onun kısmi yansımalarıdır. Bu anlayışa göre ilahî hakikat mutlaktır. Ancak bu mutlak hakikati kavramak ve anlamak için yapılan tüm tanımlamalar ve nitelendirmeler mutlak olarak kabul edilemez. İşte şahsi yorum ve açıklamalarından sonra “Allahü a’lem bi muradihi” ifadesini kullanmakla Müslüman âlimler, bir taraftan kendi açıklamalarının sahip oldukları bilgi birikimi ve dünya görüşü çerçevesinde yapılmış en doğru yorum olduğunu göstermiş olurlar. Fakat diğer taraftan başkalarının da kendi bilgi birikimleri ve dünya görüşleri doğrultusunda farklı yorum ve açıklamalarda bulunabileceklerini kabul etmiş olurlar. Şüphesiz, söz konusu âlimlerin ekseriyetinin bu yorum tarzları, ilahî muradın belli bir yorumla sınırlandırılamayacağını, bu yüzden de hakikat tekelciliğinden kaçınılması gerektiğini ima eder. Batı geleneğindeki yorum tarzlarından benzer yaklaşımlar öne çıkarılabilir. Mesela Kant’ın numen-fenomen ayrımı burada hatırlanabilir. Bilindiği üzere Kant’a göre beşer olarak bildiğimiz şey daima eşyanın fenomeni, yani kendisini bize sunması ve zihnimizin de onu işlemesi yoluyla oluşan imajıdır. Numeni, yani eşyanın kendisini olduğu gibi asla bilemeyiz. Buna göre farklı din mensupları olarak bizler mutlak gerçekliği olduğu gibi değil, kendimize özgü tarihsel, sosyal ve psikolojik melekelerimiz çerçevesinde tanıyıp bilebiliriz. Buna göre farklı dinsel gelenekler veya bir dinsel gelenek bünyesindeki farklı mezhep veya gruplar, mutlak varlığı veya diğer bir ifadeyle yaratıcıyı tecrübe ve idrak etmenin ve O’nunla iletişim kurmanın farklı yollarını temsil eden oluşumlar olarak kabul edilmeleri gerekmektedir. Kanaatimizce tıpkı bunun gibi İslami gelenek bünyesindeki farklı mezhep, grup ve oluşumlar ve bunların ortaya çıkmasına yol açan farklı dinî yorum ve söylemler de İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve sünnet bütünlüğü çerçevesinde Allah’ı tecrübe ve idrak etmenin ve O’nunla iletişim içinde mümince bir yaşam sürmenin farklı yolları olarak görülmelidir.
Geçmişteki Müslüman müfessir ve ilim insanlarının aksine günümüzde dinsel metinlerle ilgili yorum yapanların büyük çoğunluğu ise kendi yorumlarının Allah’ın ilgili dinsel metinlerde kastettiğini tam olarak yansıttığını iddia etmektedir. Onlar bunu yapmakla kendi yorumlarını mutlaklaştırarak merkeze koymakta ve diğer yorumları da kendi yorumlarına yakınlıkları veya uzaklarına göre doğru ya da yanlış yorum şeklinde tasnif etmektedir. Bu şekilde din adına konuşan kişilerin kendi din algılarını mutlaklaştırarak hakikat tekelciliği yapmaları doğal olarak farklı din algılarının bertaraf edilmesini gerektirecektir. Neticede bu durumun, farklı din algısına sahip olanların önce “sapkın” veya “mürtet” gibi sıfatlarla marjinalleştirilmelerine daha sonra da bir şekilde kendilerine şiddet uygulanarak bertaraf edilmelerine kapı aralaması kaçınılmazdır. Bu tarz bir hakikat tekelciliği hiç şüphesiz günümüzde Müslüman coğrafyada başta el-Kaide ve DAEŞ/IŞİD olmak üzere mezhepler ve dinsel oluşumlar tarafından işlenen dinsel referanslı şiddet ve terör eylemlerini Hakk’a uygun ve adil olduğu iddiasıyla meşrulaştırarak haklı çıkarmaya yol açmaktadır. Fakat konunun sadece İslam geleneğinin parçası olan tarzları açısından tartışılması sorunun genel çerçevesinin görülmesine engel olacaktır. Zira hakikatin yegâne yolunu temsil ettiğini iddia eden köktenci yorum geleneklerini ve bunların insanlık tarihi açısından acı tecrübelerini Yahudi, Hristiyan, Müslüman, Hindu, Budist vb. gelenekler açısından değerlendirmek gerekir. Genel olarak bu hakikat tekelciliği, dinsel referanslı şiddet eylemlerinde bulunan bu ve benzeri terör örgütlerini, yapılan terör eylemlerinde ölen mensuplarının inançlarının gereği olarak Tanrı adına hayatlarını kaybettikleri için ölümsüzleştiklerini kanısına sevk etmektedir. Hakikat tekelciliğinin, bu tekelciliği yapanların elinde ölümcül bir silaha dönüşmesi mukadder olduğundan farklı din mensuplarının ancak bundan daha önemlisi aynı dinî geleneğe mensup olmakla birlikte arızi farklılıklardan dolayı farklı mezhep, grup veya oluşumlara mensup müminlerin kendi din algılarını mutlaklaştırarak merkeze koymaktan şiddetle kaçınması gerekmektedir. Çünkü bunu yapmakla kendi mezhep, meşrep veya grubumuzun Hakk’a giden yollardan bir yol olduğu ve kendi dinî yorumumuzun da hakikatle ilgili yapılmış ve yapılacak olan yorumlardan bir yorum olduğu kanaatinde olacağımızdan her daim bizim dışımızdakini muhabbetle kucaklayıcı bir hayat yaşama şansına sahip oluruz.
Sonuç olarak Kur’an’ın öğretisinin ayrışma ve ayrıştırmayı değil, birleşerek bütünleştirmeyi hedeflediğini akılda tutmak gerekir. Nitekim Hz. Muhammed’in bir rahmet peygamberi olarak en zor şartlarda bile kendisi gibi inanmayan ve düşünmeyenlere yönelik yaklaşımı bir model olarak önümüzde durmaktadır. Hz. Peygamberin bu örnekliği, yüzyıllar boyunca Müslüman yorum geleneği içinde farklı yorum tarzlarını besleyen “Allahü a’lem bi muradihi” ifadesinde sembolleşmiştir. Bu bakımdan farklılıkların “ötekileştirme”, çatışma ve hatta savaş vasıtası yapıldığı günümüzde âlimlerimizin mirası, bizlere seçilmiş, kurtulmuş, mutlak hakikati keşfetmiş bir ben tasavvurunu değil, ahlaki tefekkür ve fiilleriyle felahı arayan bir ‘biz içinde ben’ ve ‘ben içinde biz’ anlayışını egemen kılmamızı öğütlemektedir.