Makale

İslam Dünyasında Kurulan Terör Kumpası

GÜNDEM

İslam Dünyasında Kurulan Terör Kumpası

Yrd. Doç. Dr. Mustafa Selim YILMAZ

Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden günümüze kadar Çin’den Mağrib’e, Kazan steplerinden Sahra Çölü’ne kadar Müslümanların vatan edindikleri geniş coğrafyaya bakıldığında bu toprakların esasında tarih boyunca dünyanın kaderinin çizildiği mekânlar olduğu görülecektir. Dolayısıyla buraların vatan edinilmesi, ciddi, daimi ve diri bir bilincin zihinlerde ve gönüllerde derinleştirilmesini ve dahi kimi zamanlar bedel ödemeyi gerektirmiştir. Nitekim İslam Dünyası, Haçlı ve Moğol istilalarında şahit olunduğu üzere gerektiğinde bu bedelleri de ödemesini bilmiş ve buraları Daru’l-İslam (Barış Yurdu) olarak isimlendirmiştir. Müslümanlar geçmişte olduğu gibi hiçbir zaman önemini kaybetmeyen yurtlarında yine ciddi bir imtihan vermektedirler. Öyle ki bütün Müslüman coğrafya göz önüne getirildiğinde küresel güç dengesinde gerek enerji gerekse de stratejik kavşak noktaları olması bakımından büyük bir önem arz etmektedir. Nitekim Müslüman Medeniyeti’nin önemli başkentleri olan Bağdat, Şam ve Herat gibi merkezler, tarihinde hiç görmediği bir yıkımı yaşamakta ve maalesef asırlarca sabırla işlenen bir gergef misali olan fikri, kültürel vb. kodlarından uzaklaştırılmaktadır. Bir yandan da bu medeniyetin mirasçısı olan asli insan potansiyelinden arındırılmaktadır. Bu arındırmada da özüne aykırı olan hususiyetlerin ön planda olduğu müşahede edilmektedir. Bırakınız kendi mezhepsel ve meşrepsel ayrılıklarını, kendinden olmayanları bile uzun yıllar bir arada huzur içinde yaşatma tecrübesine sahip bu dünya, ne yazık ki artık kendisinden olan ama farklı bakana bile tahammül edememe hastalığına düçar edilmektedir. Hasılıkelam, yaşanan temel sorunların doğru teşhisi için veyahut doğru bir gelecek perspektifi için geçmişten bugüne tarihi iyi okumak gerekir.
Öncelikle bir dirayet ve feraset abidesi olan Hz. Muhammed’in temel gayesine odaklanmak gerekir. Onun gayesi insanı insanlığından çıkaran algıların yarattığı çarpık vakıaya itiraz ederek beşeriyeti gerçek anlamına davet edip terakki ettirecek olan ortak değerler skalasında buluşturacak bir anlayışı öğretmektir. Bu nedenle kendi dilinden müteaddit defalar Kur’an-ı Kerim’de “sadece ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunmaktan başka ben de sizin gibi bir beşerim.” (bkz. Kehf, 18/110 vd.) belirtilmektedir. Aslında bu gerçek, Allah tarafından hatırlatılan ilkelerin, bir insanın insan olarak yaşamında pekâlâ gerçekleştirilebileceğinin ifadesidir. Bir peygamber olmanın ötesinde Hz. Peygamber, doğru ve tutarlı bir aile reisi, bir tüccar, bir siyaset, hasılı bir hayat adamı olmanın müşahhas örneğidir. Başka bir ifadeyle o, aslında ütopya olarak kimilerince telakki edilen birçok şeyin bir beşer tarafından başarılmasının hikâyesidir. Dolayısıyla o, her hâlükârda taklit edilen değil aksine her çağın insanının içinde bulunduğu şartlarda bir bireyin nasıl sahih ve istikamet sahibi olmasının öğretildiği bir prototiptir. Bu örnek, derin bir anlayışa ve kıvrak bir zekâya sahiptir ki en olumsuz durumları bile hayra açılan birer kapıya dönüştürebilir. Zira m. 628 yılında Mekkeli müşriklerle imzalamış olduğu “Hudeybiye Musalahası”, söz konusu çerçevenin en ibretamiz misalidir. Şartları Müslümanların aleyhine gözüken bu antlaşmanın imzalanmasından, neredeyse ashabın tamamı, siyaset dehası Hz. Ömer bile rahatsızlık duymuştur. Ama Hz. Peygamber bu antlaşmada, çok değil bundan altı yıl öncesine kadar ensar hariç, kendilerine kapanan tüm kapıların açılmasını sağlayan bir imkânı görmüştür. Sonuç itibarıyla bu öngörü, daha iki yıl geçmeden tüm şartları Müslümanların lehine çevirmiş, m. 630’da Mekke’nin ve hemen sonrasında tüm yarımadanın kapılarını sonuna kadar aralamıştır. İşte bu örnekten de anlaşılacağı üzere böyle bir dünya görüşünü doğru tespit edip benimseyen entelektüel zihinler var olduğu müddetçe beldeler barış yurdu olmuş ve bahse konu coğrafya İslam Dünyası olarak bugünlere gelmiştir. Diğer taraftan bu ruh, unutulduğu ölçüde de tarihimizdeki buhranlar yaşanmıştır.
Bu bilgiler ışığında İslam’ın insana insanlığını hatırlatacak ve buradan hareketle de yeni bir ivme kazandıracak yegâne temel olduğunu söylemek mümkündür. Bütün ket vurmalara ve olumsuzluklara rağmen istikrarla yayılmaya devam etmektedir. Nasıl ki geçmişte bu hakikatin var olmasından rahatsızlık duyulmuşsa bugün de benzer ama daha komplike bir şekilde rahatsızlık duyulmaktadır. Bu bağlamda yanlış bir algının oluşturulmasına temel teşkil eden kavramlar üzerinden çok yönlü ve aktörleri flu bir yapı arz eden global bir çaba ve vakıadan söz etmek gerekir. Örneğin kökeni yaklaşık üç bin yıl ötesine dayanan “antisemitizm” kavramı ayrıştırılarak 1910’lu yıllardan itibaren ve 2000’li yıllarla birlikte yoğun bir şekilde işlenen “İslamofobi” (İslam korkusu) kavramsalı ortaya atılmıştır. Özünde bu iki kavramın hikâyesi; tarih boyunca usanmaz bir gadre maruz kalan iki kesimin ayrıştırılmasının, antisemitizm daraltmasına maruz kalan kitlenin ehlileştirilmesinin, ortak bir kadere sahip olduğu bloğa karşı kullanılan bir araca dönüştürülmesinin ve diğer kavram temelinde de tarihinin en büyük imtihanını veren İslam Dünyasının kaba bir tarzda gem altına alınmaya çalışılmasının hikâyesidir. Bu nedenle genelde dünya, özelde de Batı ve İslam Dünyasında bilgisel bir kirlilik yaşanmakta ve bu kirlilik de sorunun asıl kökenini gizlemektedir. Sonuç itibarıyla bu kirliliğin giderilmesi ve gizin kaldırılması gerekmektedir.
Sömürgecilik vb. saiklerin neticesinde özellikle 1950’li yıllardan sonra Batılı ülkelerde gözle görülür bir şekilde Müslüman toplumların teşekkül etmeye başladığı bilinen bir realitedir. Bu süreçte ister istemez karşılıklı bir etkileşimin olması ve bunun getireceği bireysel ve sosyal neticeler kaçınılmazdır. Bu noktada birlikte var olmanın getirdiği güzel örneklere rastlanabilmekle birlikte birtakım kaygı ve endişelerin depreştirdiği olumsuz durumlar da tecrübe edilmektedir. Özellikle de bu olumsuzlukların ön plana çıkarılarak yanlış bir algıya doğru evrilen bir süreç dikkatleri çekmektedir. Belki de asıl korku, Müslümanların medeniyet anlayışlarının merkezinde oluşturdukları birlikte barış içinde varoluş ruhunun cazibesine kapılması muhtemel azımsanmayacak sayıda Batılının İslam’la tanışmasıdır. Dolayısıyla böyle bir akışın önünün alınmak istendiği intibaı uyanmaktadır. Hz. Muhammed’in şahsiyetine yönelik yapılan saldırılarda olduğu gibi medya ve diğer kitle iletişim araçları üzerinden yapılan saldırı ve tezviratın kökeninde esasında bu anlayışın olduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla Müslüman varlığı oluşturulan yanlış, alakasız ve dahi oryantalist birikimin çizdiği perspektifte beslenen tiplemeler üzerinden sorgulanmaktadır. Bir şekilde gerek dâhili ve gerekse de harici nedenlerle üretilen Afganistan’daki Taliban, Somali’deki Şebab, Nijerya’daki Boko Haram, Kuzey Afrika ve Sahra’daki Mağrib el-Kaidesi ve Irak ve Suriye’deki IŞİD gibi sanal ve İslam’ın asli ruhunu yansıtmayan aşırı uçlar üzerinden İslam korkusu tahrik edilmektedir. Hem Müslümanların azınlık olarak yaşadıkları toplumlar tedhiş edilmekte hem de bu azınlıklıklar ve asli vatanları, kendileri için takdir edilen gailenin içine savrulmaya itilmektedir.
Son olarak çözüm üzerinde konuşmak gerekir. Öncelikle Müslümanların kendilerini doğru bir surette ifade etmeleri ve gündem oluşturmaları zorunludur. Daha da ötesi geçmişindeki karşılaştığı meydan okumalardan daha ciddi ve kesif bir durumla yüz yüze bulunduğu, dâhilin belini kırmak amacıyla içe sızarak haricin emellerine hizmet eden yapıların var kılındığı bir ortamda elmalarla armutları karıştırmayan, daha müteyakkız ve ümmeti birleştiren ve kucaklayan bir söylem üretmek en temel ihtiyaçtır. Bunun için de Müslümanlar, ciddi bir eleştirel tavır sergilemeliler. Aklıselimle hareket etmek gerekir. Hz. Peygamber’in ümmetine kazandırmaya çalıştığı bakış açısı iyi okunmalıdır. Zira sorunun kaynağı olarak İbn Sebeler bulup, bunları mahkûm etmekle üstesinden gelinecek bir raddeyi aşmıştır olayın boyutu. Diğer taraftan “peygambersiz Kur’an anlayışı oluşturma çabaları” veya “her şeyin sorumlusu bugüne kadar gelen gelenektir” yahut “hakikat benim anlayışımdır” gibi birbirini itham eden, çatışan ve ayrıştıran kısır döngüler de çözümden çok katmerlenen problemler getirecektir. Evvel emirde İslam dünyasının üniversite ve diğer eğitim kurumları, geçmişini de anını da geleceğini de bağlamsal okuyup birbiriyle ilişkilendirebilecek, her şeyi mahkûm etmeyip özünü anlayabilecek ve yorumlayabilecek bilgisel bir olgunluğa erişmelidir. Bu noktadan mülhem birikimle köklü geleneğini birleştirebilen ve tabir yerindeyse taşın altına elini koyabilen Diyanet İşleri Başkanlığı gibi İslam Dünyasının kurumlarının doğru bir İslam ve Müslüman algısını dünya kamuoyu nezdinde oluşturmaya gayret etmeleri, tarihî bir sorumluluk olarak önümüzde durmaktadır.