Makale

YENİ DÜNYADA AİLE KALABİLMEK

YENİ DÜNYADA
AİLE KALABİLMEK

Dr. Esra CEYLAN
Psikolog

“Aile, hem yuvamız hem de sınavımızdır.”
Psikiyatrist R. D. Laing


Bugünün dünyasında aile, yalnızca bir kurum değil, aynı zamanda bireyin psikolojik sağlığını sürdürebilmesi için temel bir güvenlik alanıdır. Ancak bu alan, dijitalleşme, bireyselleşme, ekonomik baskılar ve kültürel çözülme gibi çok yönlü tehditler altında sarsılmaktadır. Psikolojik, ahlaki ve kültürel perspektiflerden bakıldığında, ailenin çözülmesi yalnızca bireyleri değil, toplumun tüm ruh sağlığını doğrudan etkileyen bir kriz hâlini almıştır.
Bireyin ahlaki gelişimi ve iç denetim sisteminin kökeni, çocukluk dönemindeki aile ilişkilerine dayanır. Bu bağlamda aile, yalnızca sevginin değil, aynı zamanda sınırların ve değerlerin öğretildiği ilk sahnedir. Bugün bu sahne giderek daha belirsiz hâle gelmektedir.
Özellikle dijital medyanın etkisiyle aile içi bağlar zayıflamakta; bireyler aynı evin içinde fiziksel olarak yakın ama duygusal olarak uzak yaşamaktadır. Bu durum, “teknolojik yalnızlık” dediğimiz yeni bir psikolojik sorunu doğurmuştur. Sherry Turkle’ın, Yalnız Beraberlik (Alone Together) adlı eseri, teknolojinin insanları nasıl bağladığını ama aynı zamanda nasıl yalnızlaştırdığını derinlemesine işler. Aileler artık aynı odada bile birbiriyle göz teması kurmadan zaman geçirebilmektedir.
Aileyi tehdit eden unsurlar sadece teknolojiyle sınırlı değildir. Ekonomik krizler, savaşlar, göç, pandemi gibi küresel çalkantılar da aile sistemlerini doğrudan etkiler. 2020 yılında yapılan bir araştırma, pandemi döneminde ebeveyn stres düzeylerinin, çocukların psikolojik sağlamlıklarını ciddi şekilde etkilediğini ortaya koymuştur. Anne babanın yaşadığı kaygı, çocuğun ruhsal bağışıklığını doğrudan belirlemektedir.
Bir başka tehdit ise aile kavramının içinin boşaltılmasıdır. Popüler kültür, aileyi ya sürekli idealize etmekte ya da değersizleştirmektedir. Bu iki uçlu anlatı, gerçek aile hayatının iniş çıkışlarını gölgelemekte ve bireylerde yetersizlik hissi uyandırmaktadır. Oysa gerçek aile, çatışmaların da yaşandığı ama bağın kopmadığı bir yerdir. Güçlü ilişkiler, kriz zamanlarında değil, krizlerle nasıl başa çıkıldığında şekillenir.
Aile aynı zamanda bir hafıza alanıdır. Anılar, değerler, hikâyeler, travmalar ve umutlar burada toplanır. Kuşaklar arası aktarımlar sadece genetik değil, psikolojik mirası da kapsar. 2007 yılında yapılan bir araştırmada, büyükanneleri ve büyükbabalarıyla yakın ilişkiler kuran çocukların empati düzeylerinin daha yüksek ve kimlik gelişimlerinin daha sağlam olduğunu göstermektedir.
Ailenin bu dönüştürücü etkisi yalnızca çocuklar için değil, yetişkinler için de geçerlidir. Evlilik ya da ebeveynlik, bireyin kendi çocukluğuyla yüzleşmesini sağlar. Kimi zaman eşin sesi insanın annesinin ya da babasının sesiyle karışır. Kimi zaman çocuk, ebeveynin eksik kalan yönlerini tamamlamaya çalışır. Bu yüzden aile, aynı zamanda bir aynadır.
Peki, bu kadar kırılgan bir yapıyı nasıl koruyabiliriz?
İlk olarak iletişimi yeniden inşa etmeliyiz. Gerçekten dinlemek, yargılamadan duymak, karşılık beklemeden var olmak… Bunlar küçük ama dönüştürücü adımlardır. “Empatik anlayış” kavramı burada oldukça değerlidir. Aile bireyleri birbirini anlamaya niyet ettiğinde bağlar güçlenir.
İkinci olarak birlikte geçirilen kaliteli zamanı artırmak gerekir. Kalite derken yalnızca birlikte vakit geçirmekten değil, anlamlı paylaşımlardan söz ediyoruz. Ortak sofralar, birlikte yürüyüşler, oyunlar, ritüeller… Bunlar, psikolojik bağların çimentosudur.
Üçüncüsü, çocuklara sadece bilgi değil, duygu aktarımı da yapmalıyız. “Bugün nasılsın?” sorusunun cevabını gerçekten merak etmek, bir çocuğun duygusal zekâsını büyütür. Bir çalışmada, çocuklukta duygularını ifade etme fırsatı bulan bireylerin, yetişkinlikte daha düşük depresyon ve anksiyete seviyelerine sahip olduğu bulunmuştur.
Dördüncüsü, aileyi ideal değil, “gerçek” bir yer olarak kabul etmeyi öğrenmeliyiz. Her ailede kırgınlıklar, hatalar, çatışmalar olur. Mesele, bu çatışmalarda nasıl kaldığımız ve sonrasında nasıl onardığımızdır. “Yeterince iyi ebeveyn” kavramı burada yol göstericidir. Mükemmel olma baskısını değil, yeterince iyi olmanın şefkatini taşımalıyız.
Son olarak aileyi sadece biyolojik bir birliktelik değil, bir duygusal emek alanı olarak görmeliyiz. Aile tıpkı bir bahçe gibi emek ister, zaman ister, bazen budama, bazen yeniden ekme gerekir.
Modern zamanın hızla akan nehirlerinde aile, bir sabit gibi görünse de aslında suyun en çok çarptığı kıyılardan biridir. Kültürel çözülme dediğimiz olgu, yalnızca değerlerin dönüşmesi değil, anlamın da aşınmasıdır. Geleneksel olarak kuşaktan kuşağa aktarılan aile değerleri (sadakat, sorumluluk, saygı, birlikte yaşlanma ideali vb.) yerini daha bireysel, anlık ve çoğu zaman daha yalnız ilişki biçimlerine bırakmaktadır.
Kültürel çözülmenin temel taşı, anlamların öznelleşmesidir. Bir zamanlar toplumların üzerinde uzlaştığı “iyi anne”, “ideal baba” ya da “mutlu aile” imgeleri, artık bireyden bireye farklılık göstermektedir. Bu çok seslilik değerlidir; ancak aynı zamanda ortak dilin ve kolektif değerlerin yitimi anlamına da gelir.
Kültür yalnızca geçmişi değil, yön bulmak için ihtiyaç duyduğumuz bir pusulayı da temsil eder. Geleneksel değerlerin yeniden üretilmesi, körü körüne bir muhafazakârlık anlamına gelmemelidir. Bilakis, değerlerin dinamik doğasını kabul ederek onları yeniden yorumlamak gerekir. “Sadakat” artık kör itaat değil, duygusal şeffaflıkla beslenen bir bağlılık olabilir. “Otorite” korku değil, rehberlik eden bir duruş olabilir. “Ebeveynlik” artık sadece öğretmek değil, birlikte öğrenmek anlamına gelebilir.
Kültürel çözülmenin görünmeyen etkilerinden bir diğeri de çocuklarda ve gençlerde köklenememe duygusudur. Bağlanma kuramcıları, bir çocuğun kendi değerlerini inşa edebilmesi için önce bir “güvenli liman”a sahip olması gerektiğini vurgular. Aile, bu limanı temsil eder. Eğer kültürel değerler sarsılırsa çocuklar kendilerine yön bulmakta ve aidiyet hissetmekte zorlanırlar. Modern kültürdeki “her şeyi seçebilirim” özgürlüğü, bir noktadan sonra “hiçbir şeyde karar kılamamak” karmaşasına dönüşebilir. Bunu engellemenin yollarından biri, evin içine anlam taşıyan küçük semboller, ritüeller ve sözlü gelenekler yerleştirmektir. Dededen kalan saat, babaannenin anlattığı masallar, ailece cemaatle kılınan namaz, birlikte yazılan bir yemek tarifi defteri… Kültür böyle yaşar. Aile böyle kök salar.
Aileyi yeniden düşünmekten ve yeniden inşa etmekten korkmamalıyız. Çünkü aile, sabit kalması gereken bir yapı değil, birlikte gelişebileceğimiz bir ilişkiler ağıdır. Modern tehditler karşısında kök salabilmek için esnek olmak zorundayız. Ve unutmamalıyız ki bir çocuğun en büyük şansı, kırılganlığını onarmayı bilen bir yetişkinin şefkatidir.
Sonuç olarak aile, hem bireylerin hem de toplumların sağlam temeller üzerinde durabilmesi için vazgeçilmez bir kurumdur. Günümüzün hızla değişen ve çeşitli tehditlerle dolu dünyasında, aileyi korumak ve güçlendirmek, her zamankinden daha önemli hâle gelmiştir. Ailenin sadece biyolojik bir birliktelik değil, aynı zamanda bir sevgi ve güven kaynağı olması gerektiğini unutmamalıyız. Kültürel çözülme ve dijitalleşme gibi zorluklar, aileyi tehdit etse de doğru iletişim, duygusal bağların güçlendirilmesi ve birbirini anlama çabası, bu zorlukların üstesinden gelmek için en güçlü araçlarımızdır.
Ve unutmayalım ki “En güçlü aileler, birbirlerine karşı duydukları sevgi ve bağlılıkla inşa edilir, ancak bu bağlılık her zaman özveri gerektirir.” (Stephen R. Covey, Etkili Ailelerin Yedi Alışkanlığı). Aileyi güçlendirmenin, anlamını derinleştirmenin ve korumanın yolu, her bir bireyin bu bağa katkı sunmaya istekli olmasıyla mümkündür.