ENDÜLÜS’ÜN YENİDEN YAZILAN HİKÂYESİ
Dr. Fatma Merve ÇINAR
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
711 yılında, Hz. Peygamber’in vefatından henüz seksen yıl geçmişken Afrika Kıtası’nın kuzeyini doğudan batıya fetheden İslam orduları, kıta değiştirip Avrupa’ya geçmişti. Erken İslam tarihinin en anlamlı dönemeçlerinden birini simgeleyen bu sefer, İslam’ı, doğunun en batısına taşıyordu. Böylece İber Yarımadası, tüm siyasi çalkantılara, haricî saldırılara ve içeride neşet eden bölünmüşlüklere rağmen, ilmî etkilerini ve hatıralarının izini günümüzde sürmeye devam ettiğimiz uzun soluklu bir medeniyet yolculuğunun beşiği hâline gelmiş oldu. Bu büyük fetih yalnızca yeni toprakların kazanılması değil, aynı zamanda yeni bir kimliğin, yeni bir dönemin başlangıcıydı. Bu bağlamda, “Endülüs” adı da hem bir coğrafyanın hem de bu coğrafyada yeşeren medeniyetin simgesi hâline gelmiş oldu.
Endülüs, başlangıçta Portekiz ve İspanya’nın tamamını kapsayan İber Yarımadası ile Güney Fransa’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyayı tanımlamak için kullanılmış bir isimdi. Ne var ki zaman içerisinde “Reconquista” yani İspanyolların İber Yarımadası’nı Müslümanlardan almak için başlattığı hareketin etkisiyle Müslümanların elinden çıkan topraklar giderek daralmış ve bu ad, önce daha küçük bölgelere, nihayetinde yalnızca Gırnata (Granada) ve çevresini içine alan Beni Ahmer Emirliği (1238-1492) topraklarına atıfta bulunur hâle gelmiştir. Endülüs her anlamda geçmişten günümüze hem bir coğrafya hem de bir medeniyet haritasının resmi olmuştur.
Yaklaşık sekiz asır boyunca Müslümanların siyasi nüfuzuna sahne olan Endülüs, ilk olarak Şam merkezli Emevi Devleti’ne bağlı bir eyalet konumundayken Emevi iktidarının doğuda yerini Abbasilere bırakmasının ardından önce bir emirlik, akabinde ise hilafetin ilan edildiği bir merkez hâline gelmiştir. 710 yılına kadar tamamlanan Kuzey Afrika topraklarının fethinin ardından bölge valisi Musa b. Nusayr, hedefini İber Yarımadası olarak belirlemiştir. Musa b. Nusayr tarafından keşif amacıyla Tarık b. Ziyad komutasında İspanya topraklarına gönderilen birlik, gerekli ortamın sağlanması ve hazırlıkların tamamlanmasının ardından bir sene sonra Yarımadayı fethe başlamıştır. Elverişli şartlar sayesinde kısa sürede ilerleyen fetih hareketleri sayesinde neredeyse iki sene içerisinde Endülüs, Müslümanların toprağı hâline gelmiştir.
Bu uzun tarihî süreçte çok sayıda isyan, savaş ve iç kargaşaya tanıklık eden Endülüs coğrafyası, Fetih ve Valiler (711-755), Endülüs Emevileri (756-1031), Mülûkü’t-Tavaif (1031-1090), Murabıtlar (1090-1147), Muvahhidler (1147-1229) ve nihayetinde Gırnata Beni Ahmer Emirliği Dönemi’nden müteşekkildir.
714 yılında Musa b. Nusayr’ın oğlu Abdülaziz b. Musa’nın Şam merkezli Emevi Devleti’ne bağlı Endülüs vilayetine vali olması ile Müslümanların bölgedeki siyasi hâkimiyetleri başlamıştır. Bu dönemde, Avrupa içlerinde yapılan fetih hareketleri, dönemin dikkat çekici gelişmelerinden olmakla birlikte, 734 yılında Franklarla yapılan Balâtü’ş-şüheda (Poitiers) Savaşı’nda İslam ordusunun çok ağır bir yenilgi almasının ardından, Endülüs Müslümanları zaman zaman Arap-Berberi, Kaysî-Yemenî gibi asabiye savaşlarının, iç çekişmelerin ve mücadelelerin kurbanı olmuştur. 734 yılına dek genişleyen topraklar, bu tarihten sonra keskin bir çizgiyle çizilen sınırların berisinde kalmıştır. Başka bir deyişle Pirene sıradağları İber Yarımadası’nı Fransa’dan nasıl fiziken ayırıyorsa 734 senesi de Endülüs’ü belirgin bir sınırla Avrupa’dan ayırmıştır. Tabii bu ayrılığın ticari, ilmî, sanatsal ya da kültürel olmadığı aşikârdır. Zira Endülüs iç kavgalarına, tezatlıklarla dolu tarihine nispet edercesine Batı’nın kalbinde, Doğu’nun ve Batı’nın kaynaklarını içeren zengin dünya bakışını etrafına yayan bir merkez hâline dönüşmüştür.
Endülüs’ün yüzyıllardır anlatılagelen hikâyesi içerisinde tarih terazisinin dengesi kimi zaman yıkıcı ithamlarla kimi zaman da gerçeği görmezden gelen şaşaalı hikâyelerle bozulmuştur. Diğer bir ifadeyle dıştan Hristiyan krallıkların zaman zaman birlik olup Müslümanlar üzerine yaptığı saldırılar hep dillendirilirken Endülüs’ü yavaşça içten çökerten bölünmüşlükler, çoğu kez görmezden gelinmiştir. Hâlbuki entelektüel arayışların zirveye taşındığı, ilmî faaliyetlerin sınırları aştığı dönemlerde ve aynı topraklarda, dinî taassubiyetlerin, mezhepsel ayrılıkların, siyasi rekabetlerin ve etnik bölünmüşlüklerin pençesinde zayıflayan tarih de Endülüs’ün bir gerçeğidir. Romantik hikâyelerin öznesi olmasına alıştığımız Endülüs tarihi, bu anlamda gerçek çıkmazları, derin yol ayrımları ve ders çıkarılması gereken ayrılıkları ile karşımızda bir ibret vesilesi hâlinde durmaktadır. Endülüs’ün sahip olduğu coğrafi, ilmî, kültürel ve beşerî güzelliklerini temaşa ederken büyük âlim İbn Haldun’un doğan, büyüyen ve düşen ülkeleri nasıl da isabetli bir şekilde resmettiği hatırlanır. Endülüs, döngüsel tarihin, tekrarlanan hatalar ve kadersel sonların umutlu, hazin, uzun soluklu ve ibretli bir parçasıdır. Endülüs, bir tarihin kapanan yüzü iken bile geride bıraktıklarına ad veren, kendisinden sonraya bırakılanlara yeni bir tarih yazdıran, medeniyetimizin kıymetli bir parçasıdır. Tarih sahnesinde “Endülüslülük” üzerine yeni bir aidiyet kavramı açmış olan bu medeniyet, artık İslam hâkimiyeti altında olmayan topraklarda yaşayan Endülüslüler ile zihinlerde ve hatıralarda yaşamaya devam etmiştir.
Moriskolar
Zamanın Endülüslüleri, Gırnata’nın düşüşü (1492) ile tarihte “morisko” olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Bu geride kalış, yalnızca siyasi bir yenilginin sonucu değil aynı zamanda istemsiz bir hafıza kaybının da başlangıcı olmuştur. Öyle ki dilleri, dinleri, duaları, sesleri, umutları, adları ve tüm geçmişleri adım adım silinen moriskolar, Endülüslü olduklarını bile bilmeden yaşamaya devam etmişlerdir. Bazen anlamı unutulmuş bir dua cümlesinin içerisinde bazen de kolektif ortaklıkların keşfi ile geçmiş kimliklerini anımsayan şanslı gruplar veya bireyler hâlinde Müslüman kimliklerine dönüş yapmışlardır.
İspanya’nın sekiz yüzyıllık Endülüs tecrübesinin ardından, bu topraklardan kazınmaya çalışılan moriskoların, hatırlayamadığı ya da unutmak istediği pek çok hikâyesi olduğu bilinir. Günümüzde, bu geçmişle olan bağlarını yeniden keşfetmeye çalışan Endülüslülerin torunları, kimliklerine dair ipuçlarını tarihî belgelerde, aile anlatılarında ya da araştırmalarda aramaktadır. İspanya’nın farklı bölgelerinde, özellikle Endülüs’ün eski merkezlerinde yaşayan bazı topluluklar hâlâ kültürel olarak Endülüs mirasının izlerini taşımaktadır. Bu izler, her ne kadar günlük yaşamda açık bir Müslüman kimliğe karşılık gelmese de yemek alışkanlıklarından mimariye, geleneksel halk ezgilerinden bazı ritüellere kadar uzanan bir sürekliliğin göstergesidir. Son yıllarda hem akademik çevrelerde hem de kültürel kimliğini yeniden tanımlamak isteyen bireyler arasında Endülüs geçmişine ve bugününe dair artan bir ilgi gözlemlenmektedir.
Bütün bu gelişmeler, Endülüs hikâyesinin sona ermediğini, aksine farklı bir biçimde devam ettiğini göstermektedir. Bugün hâlâ İspanya’da, geçmişle yüzleşmeye, zamanında yok sayılan bir kimliği görünür kılmaya çalışan insanlar bulunmaktadır. Bu arayış, yalnızca bir kimlik meselesi değil; aynı zamanda tarihî adaletin, kolektif hafızanın ve kültürel sürekliliğin de yeniden inşası anlamına gelmektedir. Endülüs’ün yeniden yazılan hikâyesinde, moriskolar artık yalnızca geçmişin silinmiş sayfalarında değil, bugünün soruları ve yarının cevapları içinde yer almaktadır.
Endülüslü hac yolcuları
Endülüs merkezli bu arayışlara verilebilecek çarpıcı örneklerden birisi de geçtiğimiz mart ayında yolu Türkiye’den geçen İspanyol Müslümanların hikâyesidir. Bu hikâye, sekiz ay sürecek at sırtında hac yolculuğuna çıkan üç İspanyol Müslüman’a; Abdallah Hernandez Mancha, Abdelkader Harkassi ve Tariq Rodriguez’e aittir. Kendi deyişleriyle atalarının izinde, onların gittiği şekilde ve onların yolunda hacca ulaşma duasıyla yol almaktalar. Aslına bakılırsa at sırtında İspanya’dan hacca uzanan bu büyük yolculuk, üç kişinin dinî seyahatinden çok daha fazlasını ifade etmektedir. Bu yolculuk, bir medeniyetin hatırlanması, aidiyetlerin hafızasının tazelenmesi, umutların diri tutulması ve yolların açılması için edilmiş bir dua niteliği taşımaktadır. Nitekim ekip tarafından “emir” olarak anılan ve Sevilla Üniversitesi Fiziki Coğrafya bölümünden yeni emekli olmuş bir profesör olan Abdallah Hernandez, kendi hikâyesini anlatırken hep bu hafızaya gönderme yapmaktadır. Onun ihtida hikâyesi, yirmi yaşında bir gencin arayışını, İslam’da bulduğu huzuru ve 1989 yılında at sırtında hac yolculuğu için verilen bir sözü anlatırken aynı zamanda Endülüs tarihine bir atfın da altını çizmektedir. Hernandez ve Harkassi, ihtida hikâyelerinin merkezine, unutulmuş Endülüs kökenlerini koymakta ve aslında Endülüslülerin hiçbir yere gitmediğini defalarca dile getirmektedir. Hac yolculuğunu olabilecek en meşakkatli şekilde ama rotaları boyunca her coğrafyada bir uyanışa vesile olarak sürdüren üç mühtedi, belki de bir öze dönüşün en canlı örnekleri olarak düşünülmelidir.
Yaklaşık beş yüzyıl sonra atalarının izinden gittiklerini söyleyen üç atlı, her yeni günde bir zorluk ve sayısız mucizenin kendilerini bulduğunu söylerken yollarda ve bilhassa ülkemizde insanların onlara gösterdiği teveccühe oldukça müteşekkirler. Biz, henüz nihayete ermemiş bu yolculuğun güncel şahitleri olarak Endülüs tarihinin beş yüzyıl sonra yeniden bir yürüyüşün ana gövdesini oluşturmasından mutluyuz. Doğunun en batısından kutsal topraklara uzanan bu yolda, Endülüs izinin belirginleşmesi demek, medeniyet hafızasına yapılmış bir aşı, hatıralara uzatılmış bir el, yolların engelsiz ve ötekisiz kılınması adına edilmiş bir dua demek aslında.
Endülüs’ün geçmiş günleri, üç atlının ilerleyişinde canlanırken belki onlar vesilesiyle atılan her adımda, her toprak parçasına huzur ve barış gelir. Belki her vicdanın içerisinde unutulmuş birliktelik ruhu yeniden doğar ve Endülüs, bir birliktelik simgesi olarak tüm insanlığı kucaklar. Zaten bir medeniyetin barış ve umuttan öte ne hülyası olabilir ki…
At sırtında hac yolcusu Endülüslülere selam, geçmişlerine rahmetle…