AİLENİN İHYASI VE ERDEMLİ BİR TOPLUM İNŞASI
Emrah KANLIKAMA
Sözcüğün fonetik yapısı nedeniyle olsa gerek mutluluk (saade) kelimesinin dile geldiği andan itibaren muhatabının yüzünde başlı başına bir tebessüm kaynağı olduğunu düşünmüşümdür hep. Duyguları duyulur kılan tablo şeklinde tasvir edebiliriz insan yüzünü, hissiyatı aşikâr eden ve bu yönüyle de diğer nefislerden (bitki ve hayvan) ayrı düşen muhteşem bir tuvali andırır suretimiz.
Mutluluk ve tebessüm arasındaki organik ilişki yadsınamaz gerçek. Kelimelerin de ruhu olduğu kanaatindeyim. İslam filozoflarının duygu ve düşüncelerini dile getirirken sözcük seçimlerine gösterdikleri özen de bu hususta hayretimi diri tutmama vesile olan önemli bir veçhe. Düşünce dünyasına katkılarından ötürü ismi literatüre muallim-i evvel olarak geçen Aristotales’in ardından, kendisine ikinci muallim (muallim-i sâni) ünvanı verilen Türk İslam filozofu Farabi’nin tahsilu’s-saade (mutluluğu elde etme) tabirini de aynı hissiyatla dile getirmemde bir sakınca yoktur sanırım. Erdemli bir toplumun inşası için filozofumuzun, mutluluğu felsefenin/hikmetin nihai gayesi olarak değerlendirmesi de bu noktada yine küçük bir tebessüm kaynağı olarak çıkıyor karşımıza. Ve elbette bu kavram (tahsilu’s saade) için filozofun kelime seçimleri tesadüf değil. Yalnız burada şu hususa dikkat edilmesi gerekir; hakiki mutluluk, Farabi’nin değer/ahlak sisteminde tüm maddi hazlardan arındırılmış şekliyle Hakk’a vaslolmak için bir amaç olarak entegre edilmektedir. Aksi hâlde mutluluk, pragmatizmin çekim gücü altında haz kaynaklı bir araç olarak nitelendirilseydi geçici hevesler (servet, şehvet, makam, yiyecek gibi muhtelif beşerî hazlar) kategorisinde kalarak değersizleşecek ve tabiri caizse heba olup gidecekti. İbn Sina da geçici hazların hiçbirini gerçek mutluluk olarak görmez. Bu tür hazlara tiksinti verici durumların bulaştığı savını öne sürer ve geçici hazlarda itidalin ölçü alınması gerektiğini savunur. Filozofa göre teorik/nazari felsefede gaye Hakk’ı bilmek, pratik/amelî felsefede ise gaye hayrı bilmektir. Geçici hazlarda hayır aramak yanılgıdan ibarettir. Yunus Emre’nin aşağıdaki dizeleri mal/mülk hususunda beyhude arayışlar içerisine girilmesinin anlamsızlığı üzerine bizlere eşsiz bir nasihat niteliğindedir:
Mal sahibi mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan
Hakiki mutluluk (saadetül’l-kusvâ) kavramı, Farabi’nin değer/ahlak sisteminde birey, aile ve toplum açısından oldukça önemli bir argüman olarak okunabilir. Hakikatin birliği ilkesinden hareketle Farabi, felsefeyi erdemli dine benzetir. Adına hakikat mektebi diyebileceğimiz tek bir mektep vardır. İnsanı bu dünyada refaha, ahirette felaha kavuşturacak ilkeler bütünü olarak değerlendirebileceğimiz din/şeriat ile varlık, bilgi ve değer üzerine sistematik ve tutarlı bilgiler inşa eden felsefe/hikmet yukarıda değindiğimiz hakiki saadet (sa’âdetül’l-kusvâ) noktasında ufuk çizgisi şeklinde birleşir. İslam filozoflarının (Kindî, Farabi, İbn Sina, İbn Miskeveyh, Tusi, İbn Bacce) hemen hepsi, Platon ve Aristotales’in öncülüğünü üstlendikleri meşşaî/peripatetik geleneğin devam ettiricileridir. Dolayısıyla kurguladıkları ahlak sistemleri de felsefenin doğası gereği eklektik ve kümülatiftir. Lakin bu durum İslam’ı merkeze alan özgün bir ahlak felsefesinin inşa edilmesine mâni değildir. Öyle ki Uzlukoğlu Farabi başta olmak üzere tüm İslam filozofları, İslam’a özgü değerleri sistematize ederek tutarlı bilgiler üretmeyi başarmış, özgün bir felsefe ortaya koymuşlardır. Bu minval üzere İslam Ahlak Felsefesi (Mevlüt Uyanık-Aygün Akyol, İslam Ahlak Felsefesi, Elis Yayınları, Ankara 2013) gelenekle gelecek arasında önemli bir köprü hüviyetinde konumlanmıştır.
Filozoflarımızın nefiste yerleşmiş olan yatkınlık şeklinde tanımladıkları ahlak kavramını insanın tabiatı, yaratılışı, huy ve seciyesi ile ilişkilendirebiliriz. Ahlaklı bir eylemden söz edebilmemiz için bilinçli bir tercihin söz konusu olması gerekir, gayriiradi yahut şuursuz eylemlerde ahlaktan söz edilemez. İbn Miskeveyh düşünme ve ayırt etme yetisinin insanı diğer varlıklardan farklı kıldığını belirtir. Davranışlarımızdaki ölçü, işte burada bahsi geçen bilinçli seçimlerimizde orta yolu bulmaktan geçer; terazi hassastır; itidal, denge unsuru olarak terazinin bir kefesinde daima sabittir. Diğer kefesinde ise cüzi irademizle şekillenen eylemlerimiz/söylemlerimiz yer almaktadır. Terazinin ahlaki verileri fazilet, gayriahlaki verileri ise rezilet şeklinde tezahür eder.
Filozoflar, nefsin üç gücü hususunda hemfikirdir. Bunlar düşünme, öfke (gadap) ve şehvet şeklinde tasnif edilir. Kişi, nefsin bu üç gücünü orta yol/itidal ile ıslah ederek ifrat ve tefritten kaçınabilirse nefsine zulmetmez, hem bu dünyada hem de ahirette saadete ulaşır. Nitekim Bakara suresinde “Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık...” (Bakara, 2/143) ifadesi yer almaktadır. “Orta” lafzı itidal yahut adalet mefhumlarını çağrıştırmaktadır. Nefisteki hasletler düşüncede orta yol bulunarak hikmete, öfkede orta yol bulunarak cesarete ve şehvette orta yol bulunarak iffete (ç)evrilir, erdemli hâle gelir. Bu noktada bize düşen görev, nefsimize zulmetmeden, gücümüz yettiğince teraziyi dengede tutmak için elimizden gelen gayreti göstermektir. İbn Miskeveyh, Ahlakı Olgunlaştırma adlı eserinde “Kimin ayırt etme yetisi daha sağlam, düşüncesi daha üstün ve seçimi daha doğru ise onun insanlığı da o ölçüde mükemmeldir.” şeklinde izahatta bulunur. Orta yol, adil olabilmenin imkânıdır, imkânı mümkün kılmak ise insanın gayesi olmalıdır. Saadet kapısını açan anahtar her nefsin boynuna asılmıştır. Öyleyse kapsayıcı bir düstur olarak adaleti nefse ilişkin dördüncü ve son erdem şeklinde zikredebiliriz. Adalet anahtardır ve başlı başına fazilettir.
Teorinin pratikteki karşılığı ise bize rol model olarak gönderilen iki cihan serveri Hz. Muhammed’dir. Bahsi geçen tüm beşerî erdemler/faziletler onun müstesna şahsiyetinde ete kemiğe bürünmüştür. Allah Resulü yalnızca uyarıcı olarak insanlığa seslenmekle kalmamış aynı zamanda dinin emir ve yasaklarını hayatında tatbik ederek bizlere harikulade bir ahlak nizamı miras bırakmıştır. İman edenler, bu mirasta aynı oranda pay sahibidir. Sahiplik, mükellefiyeti de beraberinde getireceğinden asr-ı saadeti çağımıza taşıma sorumluluğunu her mümin/mümine üzerine almalıdır. Peki günümüz şartları düşünüldüğünde bu mümkün müdür? Farabi’nin “Medînetü’l Fazıla” adını verdiği ideal bir toplum düzeni, yatay kırılmalarla örselendiğimiz şu çağda, asr-ı saadet özlemini çekenlerin sanrısı yahut sancısı mıdır? Nazariyenin ameliyede bir karşılığı var mıdır? Hülasa, erdemli bir toplum ütopya mıdır?
İslam filozoflarının bu konuda da sistematik bir çözüm arayışı içerisinde olduklarını görmekteyiz. Nefiste zuhur eden temel erdemler -hikmet, şecaat, iffet ve adalet- sırasıyla birey, aile ve toplum hayatına tatbik edilirse erdemli bir toplumun (Medînetü’l Fazıla) inşası ve saadet asrı aksiyomunun aktüelitesi mümkün olabilir.
İbn Bacce, erdemsiz ortamlarda erdemini korumayı biricik hedef gören insana, Hakk’ı birleyen manasına gelen mütevahhid sıfatını kemal, yetkinlik mertebesi olarak kullanır. Tedbirü’l mütevahhid, erdemli bir toplum için kişinin münferit ahlak zırhını kuşanmasıdır. Sorumluluğunu hakkıyla yerine getirebilen birey artık yeni bir gaye için hazırdır. Ailesini ve yakın çevresini kuşandığı erdemlere ortak etme noktasında yakın menzil olarak görebilir. Nasruddin Tusi, tedbiru’l menzil’i evin reisi önderliğinde aile fertlerine tabiatlarına uygun yöntemler kullanarak dizayn eder. Eşlerin ilişkileri/iletişimleri ve çocukların sağlıklı bir şekilde topluma kazandırılması için onların eğitiminde dikkat edilmesi gereken hususları sıralar. Mutluluk, erdemli bir ailede hüküm sürmeye başlamıştır. Zincirin son halkası için şartlar olgunlaştığına göre erdemli bir şehri sıhhatli bir vücuda benzeten Farabi’ye dönebiliriz. Bir organda hâsıl olacak hastalık tüm vücudu huzursuz edeceğinden toplum yararı gözetilerek teşhis doğru konulmalı, tedavi de buna göre uygulanmalıdır. Tedbiru’l Müdün, hakikatin birliği ilkesinden hareketle yegâne erdemli yönetim biçimidir, alternatifsizdir. Erdemli şehir eşsizdir. Filozof, erdemli şehri idare edecek yöneticide (sultan) olması gereken vasıfları sıralar. Riyaseti üstlenecek kişi en yüksek kabiliyete sahiptir, donanımlıdır. Bu yüzden şehrin kalbidir. Adalet elbette burada en önemli unsurdur. Sultan, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisidir, adildir. İdaresi altındaki halkı gerçek mutluluğa, saadetü’l kusvâ’ya ulaştırmaya çalışır. Bunun yanında, erdemli şehrin sakinleri de istidatları ölçüsünde sınıflandırılır. Doğru seçim ve yönlendirmelerle yeteneklerine uygun sanat/ mesleklerle iştigal etmelerine olanak sağlanır. Böylece iaşe (geçim) kaynaklı bireysel rahatsızlıkların da önüne geçilmiş olur.
Erdemli devlete aykırı şehirlerde durum farklıdır. Erdemli şehrin aksine bu şehirler Farabi’nin pratik/amelî kurgusunda kusurlarına göre tasnif edilir. Bu şehirlerde ahlak tahrif edilmiş, terazide mizan bozulmuştur. İbn Bacce’den hareketle, bu tür şehirlerde mütevahhid olarak yaşamını sürdürmek bireyin gayesi olmalıdır. Saadeti elde etmek toplum için söz konusu olmasa da bireyin mutluluğu/felahı mümkündür.
Peygamber Efendimiz “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (İbn Hanbel, Müsned, 2/381) buyurur. Kur’an ve sünnetin ışığında onu rol model olarak almak üzerimize vazifedir. Müntesibi olduğumuz İslam dini, bireysel sorumluluğumuzun yanı sıra içine doğduğumuz aile ve toplum için de ahlaki mesuliyetimizi bize hatırlatır.
“İnsanın kanadı, gayretidir.” diyor Mevlana, gayret bizden tevfik Allah’tan.