ŞAHSİ TEKÂMÜLÜMÜZ
VE VAKIF MEDENİYETİMİZ
Hümeyra ARSLAN
Geçen gün eski bir arkadaşım altına beni de etiketleyerek gençlik günlerimizden bir fotoğraf paylaştı. O resim beni nerelere götürdü bir bilseniz. Uzunca süre bakmaya devam ettim elimde olmadan. Zihnim eskilere uzandı; gidip geldiğim mekânlar, şahit olduğum olaylar, tanıştığım insanlar… O döneme ait beni mutlu eden anıları hatırladım, anımsadıkça kendimi çok iyi hissettim. Fotoğrafın bana yaşattığı bu duygular doğal bir şekilde bende derin bir şükür hissine tahvil oldu. O zamanlar benim içsel yolculuğumun ve kendimi keşfetme sürecimin en yoğun dönemleriydi. Fotoğraftaki sahne, aslında bir mutfakta bizden yaşça daha küçük öğrencilere yönelik iftar hazırlığı yapmakta olduğumuz bir ortama dairdi.
Biz de henüz tam çocukluktan çıkmış değildik doğrusu. İnsanın ikinci doğumu diye nitelenen ergenlik dönemlerimizdeydik. Çocukluktan gençliğe geçmekte, aileden ve çevreden gelen her şeyi sorgulamaktaydık. Kendimizi keşfetmek ve yeniden yapılandırmakla, şahsi tekâmülümüzü devam ettirmekle meşguldük. İşte tam da böyle bir döneme denk geldi benim gönüllü vakıf hizmetleriyle tanışmam. İlk defa girdiğim vakıf ortamındaki herkes beni çok şaşırtırdı. Gününün çoğunu gelen öğrencilere matematik dersleri anlatarak geçiren Hüseyin abimiz, kütüphanede öğrencileri karşılayan ve onlarla kitaplara dair uzun uzun sohbet eden İbrahim abimiz vardı. Her akşam gençlere iftar hazırlığı yapan Fatma ablamız, tek gözlü küçücük bir ocakla nasıl da harika sofralar kurardı. Hatta bir gün patlıcanları şerit şerit kesip tek tek kızartarak islim kebabı yapmıştı o ocağın üstünde. Ne uzun sürmüştü o yemeği tek gözlü kısık yanan bir ocakta yapmak. Şimdi ne zaman bu yemeği yapsam o günlere gider zihnim. Yüzümü kocaman bir gülümseme kaplar. Bu ortamlarda çok sıkı arkadaşlıklar, daha da ötesi kardeşlikler edinmiştim.
Yıllarca sürdü benim o vakıftaki serüvenim. Sonraları ben de başka çocuklara ve gençlere her açıdan destek olmaya çalıştım. Birçok akşam farklı gruplara iftarlar hazırladık, ezgiler eşliğinde bulaşıkları sırayla yıkadık, iftar öncesi ve sonrasındaki mekân temizliklerini birlikte yaptık. Annemin evinde bu kadar hamarat olduğumu ve ev işi yaptığımı hiç hatırlamıyorum doğrusu. O vakıf ortamında kimse kimsenin üzerine yük bırakmak istemez, herkes işin bir ucundan tutardı. İşler de su gibi akıp giderdi.
Geçenlerde vakıftan eski grubumuzdan birkaç kişi ve yeni bir grup arkadaşla Gazze için kermes yapalım dedik. Herkes elinden gelenin en iyisi yapmaya ve işleri hızlandırmaya gayret ediyordu. Kermes hazırlıkları devam ederken o günlerde üzerinde çalıştığım Yusuf suresinden bir ayet aklıma geldi. Hz. Yusuf elinden gelenin en iyisini yaptığı için Allah Teâlâ, ona hikmet ve bilgiyi verdik, diyordu. Aslında temel mesele de bu; hikmete ve bilgiye talip olabilmek. İyi insan olabilmek ve elinden gelenin en iyisini en iyi yollarla yapabilmeyi her alana taşıyabilmektir esas olan.
O resim, beni gençlik günlerime dair farklı sahnelere ve olaylara daha götürdü. Burs paramızın bir kısmı ile kitaplar alır, düzenli okumalar yapardık. İsmet Özel’den üstat diye bahseder, onun cümlelerini konuşmalar arasına sıkıştırmanın çok havalı olduğunu düşünür, Nurullah Genç şiirleri okur, gece yarılarına kadar ülke meseleleri ve geleceğimiz hakkında ateşli tartışmalar yapardık. Sık sık konferanslara giderdik. İlim, kültür ve sanata dair nerede ne var takip eder, kaçırmamaya çalışırdık. Bir gün bir grup arkadaşla konferansa gittik. Kalabalık grubumuzun içinde bizden büyük ablalarımız da vardı. İddialı ve ilgi çekici bir başlığa sahip olan konferansın bitiminde çıkarken bir ablamız şöyle bir yorum yaptı: “Ne kadar boş ve sloganlarla doldurulmuş bir konuşmaydı. Ne ilmî bir şey vardı ne edebî.” Bu yoruma oldukça şaşırmıştım. Halbûki biz o konuşmadan motive olarak çıkmıştık. Ayrıca konuşmacı çok iyi bir hatipti. Eve döndükten sonra konuşmanın içeriği üzerine biraz daha düşündüm. Hakikaten de konuşmacı bize ne bilgi vermiş ne de ileriye dönük vizyon oluşturmaya dair bir şey söylemişti. Dahası, başlıkla da hiç alakası olmayan bir konuşmaydı. O günden sonra okuduğum, izlediğim ve dinlediğim şeylere eleştirel olarak bakmaya çalıştım. Üzerinde düşünmediğim, akıl ve kalp süzgecinden geçirmediğim hiçbir şeyi benimsememeyi öğrendim. İnsanları sloganik cümlelerde anlık olarak yönlendirmek en kolay şeydir. Bilgiyi üretebilmek ve argümanlar geliştirmek, sorunlara çözümler üretmek hep daha zordur. Ama toplumun imarında en etkili şeyler de bunlar değil midir? Eleştirel düşünme ve hareket etme bir çeşit anahtara benzer; dışarıdan gelen tehlikelere ve yabancılara karşı mekânın kapısını ya sıkıca kilitler ya da dostane bir şekilde ardına kadar açar.
O gençlik günlerinden bana ne kaldı diye düşünürüm ara sıra. İş yapma disiplini, okuma alışkanlığı, samimiyet, karşılık beklemeden iyilik yapma isteği, yardımlaşma bilinci, çözüm odaklı yaşama gibi daha birçok şey sayabilirim. Tecrübelerimi çocuklarıma ve etrafımdaki gençlere de aktarmaya gayret ettim. Gayret bizden tevfik Allah’tan. En nihayetinde herkes kendi iradesi ve seçimleriyle kurduğu hayatı yaşıyor.
Gençken neyle meşgul olduğumuz, kimlerle yakınlık kurduğumuz, neler ürettiğimiz, kimlerin hayatına dokunabildiğimiz şahsi tekâmülümüzün birer destekleyicisi oluyor. Yetişkinlik dönemimizde pek çok şeyi bunun üzerine bina ediyoruz. İyi insanlar olabilmek, iyi şeyleri en iyi yollarla yapabilmek Hz. Yusuf’un yoludur. Gençler buna talip olursa işlerine bereket, hayatlarına da anlam katarlar. Hani hep diyoruz “kendini gerçekleştirmek, kendin olmak, kendine değer vermek”, işte hep bu yollardan geçerek varılıyor oraya. Herkesin kendini gerçekleştirme hikâyesi farklıdır. Benimkisi vakıflar üzerinde gönüllü çalışmalarla başladı ve devam etti. Mesele, kendi yeteneklerimizin ve yapabileceklerimizin farkına varabilmektir. Sonraki aşama ise kendimizden gelen içsel bir istekle bizlere ait olan şeyleri ortaya koyup bunu da yapabileceğimizin en iyisiyle yapabilmeye devam etmektir.